Türkiye: Erdoğan ve “derin devlet”

İki ayı aşkın bir süredir Türk devleti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan rejimi alışılmadık bir yönden saldırıya uğruyor. Sürgündeki kötü şöhretli mafya babası Sedat Peker, uzun bir suç geçmişi ve şaşırtıcı derecede kısa birkaç hapis cezasıyla son iki aydır neredeyse her Pazar, önemli AKP politikacıları, Türk devleti ve organize suç arasındaki bağlantıları tartıştığı bir video yayınladı. Florian Keller’in 21 Haziran 2021 tarihli yazısı.


Bazıları bir saatten uzun olan bu videolar, haftada 10 milyondan fazla izleyiciden giderek artan bir ilgi görüyor. Anlaşılan zamanla Peker'in kendine güveni arttı ve giderek daha fazla ayrıntı yayınladı.

Rezil olan rejim

Peker, AKP rejiminin tanınmış isimlerine ve aile üyelerine karşı birçok suçlamada bulundu. Bunu yaparken de bu insanların medyada sergilemekten hoşlandıkları “saygın” imajdan çok uzak bir resim çizdi. Örneğin Peker, AKP'nin son başbakanı ve genel başkan yardımcısı, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın en güvendiği insanlardan biri olan Binali Yıldırım'ın oğlu Erkan Yıldırım'ı Kolombiya'dan Panama üzerinden Türkiye'ye çok miktarda uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla suçladı. Peker, Kolombiya'dan kaçakçılığın giderek zorlaşması nedeniyle Yıldırım'ın yeni bir kaçakçılık rotası için anlaşma yapmak üzere yılın başında Venezuela'ya gittiğini iddia ediyor. (Haziran 2020'de 4,9 ton kokain ele geçirildi)

Bir diğer suçlama ise Türk devletinin ve organize suçların Suriye iç savaşına karışmasıyla ilgiliydi. Peker, Erdoğan'ın eski askeri danışmanlarından biri tarafından kurulan özel bir güvenlik şirketinin, El Kaide'nin Suriye kolu olan El Nusra cephesi gibi cihatçı gruplara nasıl silah sağladığını anlatıyor. İstihbarat aygıtı, silahların “insani yardım malzemeleri” kisvesi altında saklanmasına yardımcı oldu.

Fakat Peker’in asıl hedefi İçişleri Bakanı Süleyman Soylu. Bunun nedeni basit ve Peker, tüm haçlı seferinin amacını bunun oluşturduğunu açıkça belirtti: Peker ile Soylu arasında bir anlaşma olduğunu, ancak Soylu'nun buna uymadığını, aksine Peker'in “işyerlerine” hatta karısının ve çocuklarının yaşadığı eve polis baskınları düzenlettiğini iddia ediyor.

AKP'ye henüz 2012'de katılan, ancak birçok geç din değiştirenin gayretini gösteren Soylu, son yıllarda muhaliflere yönelik baskıların çoğundan sorumlu. Peker videolarını yayınlamaya başlamadan önce zaten sallantılı bir zeminde duruyordu.

Nisan ayında, sokağa çıkma yasağının duyurulmasından sonra insanlara ihtiyaç duydukları yiyecekleri satın almaları için yalnızca iki saatin verildiği, tamamen yanlış yönetilen bir kapanma yüzünden neredeyse gözden düştü. Uzmanlar, süper marketlerde ve mağazalarda meydana gelen kaosun virüse karşı savaşı haftalarca geriye götürebileceğini söylüyor.

Soylu, daha önce tüm bu tedbirlerin Erdoğan'ın onayını aldığını açıklamasına rağmen, suçu üzerine aldı ve istifasını sundu. Ancak bir el diğerini yıkar ve Erdoğan, görevi kötüye kullanma suçlamalarından korunduğu için minnettarlığını göstererek Soylu'nun yerine başkasını getirmeyi reddetti. Peker ise perde arkasında Soylu için çevrimiçi bir dayanışma kampanyası düzenleyenin kendisi olduğunu söylüyor.

Ama görünüşe göre, çok geçmeden ikisinin arası bozuldu. Peker, videolarının ilkinde Soylu'dan 'Türkiye'ye dönüş bileti' olarak bahsederek doğrudan saldırmamaya özen gösteriyordu. Ancak Soylu ve İçişleri Bakanlığı, Peker'i direkt karşılarına alarak, kampanyasını “güvenlik güçlerine ve devlete karşı organize suç faaliyeti” olarak nitelendirdi.

Soylu ayrıca Peker'e dava açtı. İkisi arasındaki köprülerin giderek daha fazla yanmasıyla Peker, saldırılarında daha doğrudan hale geldi. Şimdi Erdoğan'ı bizzat dahil etmekle tehdit ediyor.

Peker, suçlamalarına henüz doğrudan bir kanıt sunmasa da, çeşitli anketler, Türkiye'de çoğunluğun, hatta yüzde 75'inin onun söylediklerinin doğru olduğuna inandığını gösteriyor. Muhalefet destekçilerinin çoğunluğunun bu suçlamalara inanması önemsiz görünse de, AKP seçmeninin üçte biri bile bunlara inanıyor. Bu, Erdoğan rejiminin toplumsal tabanının son yıllarda ne kadar sığlaştığına dair önemli bir gösterge.

Devlet

Neden bu kadar çok insanın iddialara inandığını açıklamak kolay: Organize suç, siyaset ve devlet aygıtı arasındaki derin bağlantı, Türkiye'de yaygın bir uygulamadır. Burjuva “demokrasisi” ve “hukukun üstünlüğü” her zaman, askeri darbelerle defalarca kırılan kırılgan bir cepheydi.

Ancak “normal” zamanlarda bile, Türk siyasetine her zaman ordunun ve kriminal-faşist çetelerin doğrudan katılımı damgasını vurdu. Bu tür çeteler arasında, 60'lardan bu yana binlerce solcu ve işçi hareketi aktivistinin öldürülmesinden sorumlu olan aşırı milliyetçi MHP’ye bağlı “Bozkurtlar” gibiler yer alıyor. Sözde “Köy Korucuları” gibi sağcı milisler, Türk devleti tarafından Kürt ayaklanmasına karşı desteklendi.

Tüm bu şüpheli bağlantılar ilk olarak (resmen) 1996 yılında küçük Susurluk kasabasında meydana gelen bir trafik kazasının ardından gündeme geldi. İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı, mafya babası ve ülkücülerin (bozkurtlar) önde gelen üyesi Abdullah Çatlı ile birlikte kazada hayatını kaybederken, büyük toprak sahibi, Köy Korucuları lideri ve muhafazakar bir partinin milletvekili Sedat Edip Bucak ciddi şekilde yaralandı.

Üç adamın da yanlarında susturuculu birkaç silah, uyuşturucu ve nakit binlerce dolar bulundu. Bu, o sırada ulusal bir skandala yol açmış ve arabada Çatlı adına ve Ağar tarafından şahsen imzalanmış sahte bir pasaport da bulunduğu için dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ı diğerleri arasında istifaya zorlamıştı.

Son videolarında Peker'in de saldırısına uğrayan Mehmet Ağar, skandalın ilk kurbanlarından biri oldu. 2019'da, 1990'lara dayanan faili meçhul cinayetlerle ilgili olarak kendisine ve diğerlerine yönelik suçlamalar düşürülmüştü. Ancak Mayıs ayı itibarıyla Peker'in suçlamaları üzerine dava yeniden açıldı.

Peker'in kendisinin de çok uzun süredir aşırı milliyetçi suç çevreleriyle çok iyi bağlantıları olduğu görülüyor. Ölümünden sonra Çatlı için yapılan anma töreninde Peker, Çatlı icin “ağabey", “hepimizin ustası” dedi. 1998'de, bir hükümet bakanının kendisini Romanya'da ziyaret ettiği bildirildikten sonra gönüllü olarak yetkililere teslim olmuştu. Diğer şeylerin yanı sıra, koruma amaçlı haraç, zorlama ve cinayete teşvikten yargılandı. Sonunda Peker, savcının yedi buçuk yıl talep etmesine rağmen sadece birkaç ay hapiste kaldı.

Komünist Manifesto'da Marx ve Engels, modern kapitalist devletin özünü özetlediler: “Modern devlet aygıtı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yönetmek için bir komiteden başka bir şey değildir.” Devlet aygıtının bir ülkede oynadığı özel rolü anlamak için, onun ideolojik veya kurumsal karakterinin yüzeydeki görünümüne bakmak yeterli değildir. Devletin sınıf karakterini destekleyen ve belirleyen temel ekonomik itici güçleri anlamalıyız.

Kapitalist gelişmenin geç başladığı ülkede Türk burjuvazisi, özellikle devrimci gelenekleriyle görece güçlü yerli işçi sınıfına karşı her zaman zayıf bir konumda olmuştur. Bu nedenle düzenli olarak kitlelere karşı doğrudan baskı uygulamak zorunda kaldı. Bu, devlet aygıtına toplumda belirli bir derecede bağımsızlık ve göreli bir güç verdi.

Bu zayıflığı nedeniyle, burjuvazinin büyük bir bölümü, kâr akışını sürdürmek için karanlık işler, suç faaliyeti, spekülasyon ve haydutluğun bir kombinasyonuna ihtiyaç duyuyor. Ancak böyle bir “iş modelinin” işlemesi için devletle çok yakın bir bağa sahip olmaları gerekir.

Merkezinde MHP`nin bulundugu aşırı milliyetçi Türk hareketi, genel olarak bu tabakanın en önemli siyasi temsilcisi olmuştur, ancak açıkça söylemek gerekirse, tüm Türk kapitalistleri bir dereceye kadar az ya da cok gangsterdir. Özellikle Kürtlere karşı şovenist günah keçisi politikasıyla, küçük burjuvazinin önemli bir katmanını ve işçi sınıfının geri katmanlarını arkasında toplamayı başarmıştır.

Kriz zamanlarında, Türkiye'de burjuvazinin Kemalist cumhuriyetçi-milliyetçi gelenek tarafından temsil edilen daha “saygın” kesimi, faşist çetelere ve aşırı milliyetçilerin suikastçılarına, güçlü işçi sınıfına karşı mücadelede yardımcı olmalarına ihtiyaç duydukları için göz yumdu, hatta onları cesaretlendirdi.

1970'lerde bu, ülkücülerin istihbarat ağlarının herhangi bir resmi devlet kurumundan daha iyi olduğunu iddia edebilecekleri bir duruma yol açtı. 1980'lerde ve hatta daha öncesinde, 2005 yılına kadar varlığı inkar edilmesine rağmen, siyasi muhaliflere işkence yapmak ve öldürmek için kullanılan JİTEM (jandarma tarafından yönetilen) adlı bir başka gizli istihbarat teşkilatı kuruldu.

Erdoğan'ın “derin devlet” ile bağlantıları

İslami-muhafazakar AKP ve Erdoğan, burjuvazinin esas olarak Anadolu'da bulunan bir başka (küçük) kanadını temsil ediyor. Egemen sınıfın bu kanadı, egemen Kemalistlerle her zaman çatışma halindeydi.

Henüz İstanbul belediye başkanı iken Kemalistlerle çatışan Erdoğan, bu nedenle kendisini temiz bir “dışarıdan” ve 1990'ların ekonomik çalkantılarına ve siyasi yolsuzluklarına karşı bir savaşçı olarak sunabildi. Gerçekte bu pek doğru değildi: Burjuvazinin İslami-muhafazakar kanadı Kemalistlerden daha zayıf bir konuma sahip olmasına rağmen, gericiliğin yedeği olarak her zaman önemli bir rol oynamıştı ve bu nedenle devlet aygıtında da bağlantıları vardı. Yine de Erdoğan, 1990'lardaki kaostan sonra kendisini 'taze bir yüz' olarak sunarak 2002 seçimlerini kazanmayı başardı.

Ama bu aynı zamanda onu Kemalist burjuvazinin geleneksel olarak güçlü oyuncuları, ordu ve 'derin devlet' in büyük bölümlerine karşı da konumlandırdı. 2000'lerde darbe söylentileri ve 2003 ve 2007'de olduğu gibi çeşitli vesilelerle kitlesel gösteriler düzenleyerek, Erdoğan’ın karşısına çıkan temel muhalefet buydu.

Eski genelkurmay başkanının başında olduğu iddia edilen aşırı milliyetçi bir komploya karşı 2007'den 2013'e kadar süren sözde Ergenekon davası bu güç mücadelesinin bir parçasıydı. Sedat Peker'in bu davada sanıklardan biri olduğunu ve 2013'te on yıl hapis cezasına çarptırıldığını belirtmek gerekir. Erdoğan, eşi benzeri görülmemiş bir ekonomik patlama temelinde kitlelerin bir kısmına güvenerek ve Kürt hareketine tavizler vererek bu mücadeleyi yürütebildi.

Ancak ekonomi bocalamaya başladıktan ve kitlelerin muhalefeti büyüdükten sonra Erdoğan yönünü yeniden belirlemek zorunda kaldı. Kitlelerin sahneye çıkması, özellikle de Mayıs 2013'te başlayan ve milyonlarca insanın sokaklara döküldüğü Gezi Parkı Ayaklanması her şeyi değiştirdi ve rejimi kökünden sarstı.

Bu, tepede bölünmelere yol açtı. Aralık 2013'te AKP'nin önde gelen üyelerine yönelik yolsuzlukla ilgili büyük bir soruşturma başlatıldı ve 52 kişi tutuklandı. Bu, Erdoğan'ın o zamana kadar kendisini destekleyen, ancak muhtemelen tutuklamaların arkasında olan güçlü İslami Gülen hareketiyle arasının açılmasının başlangıcıydı. Bu, Gülen yanlılarının önce polisten, sonra da 2016 darbe girişiminden sonra bir bütün olarak devlet aygıtından temizlenmesine yol açtı.

Yeni arkadaşlar

Erdoğan, siyasi müttefiklere ve toplumsal bir tabana umutsuzca ihtiyaç duyuyordu. Kitlelere karşı daha fazla “kara kuvvetlerine” ve devlet aygıtı üzerinde daha sıkı bir kontrole ihtiyacı vardı. Mümkün olan tek sonuca vardı: Aşırı milliyetçilerle ve daha önce çatıştığı “derin devlet” kesimleriyle uzlaşması gerekiyordu.

Sonuç olarak, Peker de dahil olmak üzere Ergenekon davasından hüküm giyen çok sayıda kişi, mahkumiyetlerinden birkaç ay sonra serbest bırakıldı. 2016 yılında Yargıtay tüm davayı “uydurma, eksik ve hukuka aykırı olarak elde edilen deliller” nedeniyle geçersiz ilan etti. Türk devletinin tarihini bilerek bunu reddetmek gerçekten zor.

Aşırı milliyetçiler, Erdoğan'a müttefik olarak daha fazla avantaj sağladı. Bir yandan, daha önce de açıkladığımız gibi, gelirlerini güvence altına almak için devlet aygıtına ihtiyaçları var; ya yetkililerin aktif olarak göz yumması şeklinde ya da işler ve pozisyonlar için doğrudan bir kaynak olarak. Dolayısıyla, daha önce aşırı milliyetçi harekete egemen olan laikliğin zayıflamasıyla ifade edilen böyle bir ittifak için zaten istikrarlı bir temel vardı. “İslami milliyetçilik” güçlendi.

Öte yandan Erdoğan, Kürt sorununda tutumunu tamamen değiştirdi ve aşırı milliyetçilerle bir anlaşma yaptı.

Türkiye'deki Gezi Parkı hareketinin yanı sıra, Suriye'deki iç savaşın dinamikleri de Erdoğan'ı pozisyonunu değiştirmeye zorladı. Orada, PKK'nın kardeş partisi PYD'nin ulusal kurtuluş mücadelesi, Erdoğan'ın desteklediği cihatçı milislerle karşı karşıya kaldı. Durum sonunda patladı. 2014 yılında sözde İslam Devleti, Türk devletinin zar zor gizlenen desteğiyle Kobanê kasabasına saldırdı. YPG milislerinin kahramanca direnişi, HDP'nin kurulmasının ardından Kürt hareketinin tüm Türkiye'de solcu işçi ve gençlerin odak noktası haline gelmesiyle birlikte Türkiye'deki milyonlarca Kürt'ü ayaklanmaya teşvik etti. Erdoğan'a açıkça muhalefet eden ve Türk soluyla bağlantı kuran bir Kürt hareketi, Erdoğan rejimi için ciddi bir tehlike oluşturuyordu. Kesinlikle Türk toplumunu savaş yoluyla ulusal çizgide bölmeye ihtiyacı vardı.

Bir dizi kanlı terör saldırısı, Erdoğan'a iç savaşı yenilemek ve aşırı milliyetçi MHP ile ittifakın temelini istikrara kavuşturmak için bahane verdi. Ancak, iktidarın devasa avantajlarına rağmen Erdoğan'a muhalefette kalma baskısı, aşırı milliyetçi kampta büyük bir bölünmeye neden oldu ve bu bölünmeden Meral Akşener'in İYİ partisi oluştu.

Bu ortamda Peker başarılı oldu. Kendisi ve Erdoğan'ın kişisel olarak birbirlerini tanıdıkları bir süredir iyi biliniyor. İkilinin, ortak bir arkadaş düğününde konuşurken çekilmiş fotoğrafları var. Siyasi olarak da ikisi son yıllarda yakınlaştı. Ocak 2016'da, Türk ordusunun Kürtlere yönelik yenilenen saldırısını takiben, binden fazla akademisyen savaşa karşı bir bildiri imzaladı ve müzakerelerin yeniden başlatılması çağrısında bulundu. Peker, bu kişilerin “kanında duş alacağını” kamuoyuna açıkladı. Bu ifadelere odaklanan bir dava “ifade özgürlüğü” gerekçesiyle düşürüldü. Binlerce kişinin aynı anda cumhurbaşkanına hakaretten yargılandığı bir dönemde bunun ironisi sarsıcı.

Peker'in gücü o kadar arttı ki, 2016 darbe girişiminden sonra Amerikalı sağcı siyasi analist Michael Rubin, gelecekte Erdoğan ile arasının açılma ihtimalini şöyle yazdı: Devletten, cumhurbaşkanlığı sarayına bir figüran yerleştirmek için kıdemli Türk politikacılarla yeterince bağlantısı var. Erdoğan padişah olduğuna inanabilir ama gerçekte yürüyen bir ölü olabilir.”

Gericiler kavga ediyor - ama kitleler cevap verecek

Tüm gösterinin, gerici bir güç savaşı ve iki suç ortağının çatışması olduğu açıktır. Peker, bu noktaya kadar Erdoğan'a doğrudan saldırmadıysa, bu, soldaki bazılarının iddia ettiği gibi Erdoğan'ın komploda arkasında durmasından kaynaklanmıyor.

Peker, sürgündeki pozisyonu açıkça çok zayıf olduğundan ve hâlâ bir anlaşma umduğu için Erdoğan'a saldırmaktan kaçındı. Ancak istediği anlaşmanın gerçekleşmeyeceği anlaşıldığında, savaşmadan düşmemeye kararlı görünüyor. Gerçekte, hayatta kalma mücadelesinde Erdoğan ile aynı, ya hep ya hiç zihniyetini gösteriyor.

Sonuna kadar gidip gitmeyeceğini sadece zaman gösterecek. Ancak hayatta kalma mücadelesi sürecinde, rejimin ve tüm devlet aygıtının itibarının sarsılmasına yardımcı oluyor, onu henüz sahip olmaya devam ettiği çok az destekten yoksun bırakıyor.

Liberaller ve reformistler, Türkiye'deki durumdan yakınıyor ve reformlar, daha fazla hesap verebilirlik ve “hukukun üstünlüğü” için haykırıyor. Marksistler olarak tüm gericilerin kararlı muhalifleriyiz ve her zaman devlet baskısına karşı en kararlı savaşçılar olacağız. Ancak aynı zamanda, gerçek reformlar için bir alan olmadığını da ilan ediyoruz. Peker'den Erdoğan'a “derin devlet” ve tüm bu gerici figürler, Türk kapitalizminin içinde bulunduğu çıkmazın sadece bir ifadesidir.

İlerlemenin tek yolu, 2013 gibi, ancak daha yüksek bir düzeyde kitlesel bir ayaklanmadır. Rejime verilen destek, kriz ve kötü yönetim yıllarında büyük zarar gördü. Enflasyon, işsizlik ve yoksullukla mücadele etmek zorunda olan işçi sınıfında bu durum giderek daha belirgin hale geliyor.

Kürt solu da HDP'yi kapatmaya çalışan ve Genel Başkan Selahattin Demirtaş'ı beş yıl hapse kapatan rejime karşı çıkıyor. Erdoğan'ın saati işliyor. Devrim niteliğinde bir patlama sadece bir zaman meselesidir. Yalnızca Erdoğan'a ve onun gerici kalabalığına karşı değil, tüm kapitalist sisteme karşı kitleleri zafere taşıyabilecek güçlü bir Marksist örgüt kurarak bu sürece yardımcı olmak Türkiye'deki devrimci işçi ve gençlerin görevidir.