Dünya Devriminin Olasılıkları

Turkish translation of "Prospects for the world revolution. Part One - Two - Three - Four. (September 16, 2002).

Giriş

Aşağıdaki metin dünya devriminin perspektifleri hakkında Marksist eğilimin tutumunu detaylı bir şekilde ortaya koymaktadır. Metin, kapitalizmin küresel krizini, gelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf savaşımının ulaştığı seviyeyi ve ekonomik gidişatı, eski sömürge ülkelerdeki devrimci gelişmeleri, dünya çapındaki emperyalizm karşıtı mücadeleyi, Marksistlerin savaş karşısındaki tutumlarını, kitle partilerinin ve işçi sendikalarının içinde yaşananları ve devrimci eğilimin görevlerini incelemektedir.

Bu metin marxist.com’un uluslararası yandaşlarının tamamlanmış program niteliğindeki önermeleridir. Metin, dünya çapında kitlesel bir Marksist hareket yaratma mücadelemizin ideolojik temelidir.

Bizler, marxist.com’un okuyucularından ve destekleyicilerinden bu metni tercüme etmelerini, yayınlamalarını ve gençler ve işçiler arasında mümkün olan en geniş dağıtımını yapmalarını istiyoruz. Fikirlerimiz hakkındaki yorumlarınızı ve sorularınızı bekliyoruz. Son olarak, bu fikirleri kabul eden herkesi Marksizmin güçlerini inşa etme mücadelesinde ve daha da ötesi dünya sosyalist devrimi davasında bize katılmaya davet ediyoruz.

Londra,

16 Eylül 2002

Bölüm 1

Mevcut durum ve görevlerimiz

Dünyadaki durum her düzeyde giderek artan bir istikrarsızlıkla karakterize olmaktadır. Üretici güçlerin, özel mülkiyet ve ulus-devlet deli gömleğine karşı isyanı, günümüzdeki küresel krizle kendini göstermektedir. Gerçekleri artık daha fazla inkâr edemeyecek duruma gelen burjuva ekonomistler ABD ekonomisinin resesyonda olduğunu kabullenmişlerdir. Sermaye stratejistlerinin korkuları çeşitli makalelerde dile getiriliyor. Bu bir dönüm noktasını temsil ediyor.

Marksizm, tarihsel süreci son tahlilde üretici güçlerdeki gelişmeye göre açıklar. Kapitalizmin motor gücü, metaların, özellikle de sermaye mallarının üretimidir. Son boom döneminde, Amerika ve diğer ülkelerin burjuvaları yeni teknolojiye, yeni fabrikalara ve yeni makinelere devasa miktarda yatırım yaptılar. Artık dünya çapında muazzam bir aşırı üretim (“aşırı kapasite”) söz konusu. Sadece Asya’da bile, kullanılamayan çok büyük bir üretim kapasitesi mevcuttur. Bunların üstesinden gelindiğinde dahi, geçmiş dönemdeki gibi bir ateşli büyümeye geri dönmek mümkün olmayacak. Bütün ülkelerde yüksek bir işsizlik oranının eşlik ettiği yavaş bir büyüme dönemi gelecektir.

1945’ten bu yana ilk kez savaş ve yavaş büyümeyle karakterize olan bir küresel istikrarsızlık yaşanmaya başlamıştır. Kapitalist sistem uzun bir süre boyunca, tam istihdamın, gelişmiş kapitalist ülkelerde yaşam standartlarının yükselmesinin ve devletler arası ilişkilerde göreli bir istikrarın gözlendiği hızlı bir büyüme yaşadı. 1974’ten beri bugün ilk kez dünya ekonomisi eş zamanlı bir yavaşlama dönemine giriyor. Bu görülmemiş durum sermaye stratejistlerini derin düşüncelere itmektedir.

1929 çöküşünün sonrasında bile, çöküş bütün büyük kapitalist ülkeleri eş zamanlı etkilememişti. Amerika krize ilk girendi, ardından Almanya ve Avusturya, sonra da Britanya girmişti, hatta 1934’te Fransa krize girdiğinde Amerika çöküşten çıkmak üzereydi. Bunlar keşfedilmemiş sulardır ve kapitalistler bu sularda başlarına ne geleceğini bilmiyorlar. Egemen sınıfın giderek artan telâşının nedeni budur ve bu telâş faiz oranlarındaki sürekli düşüşte yansımasını bulmaktadır.

Yaşanan kriz, tarihsel süreçte bir dönüm noktasına işaret etmektedir. 10 yıl önce Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra burjuvazi artık “Komünizm”in kendini tehdit etmeyeceğine inanıyordu. Kapitalist sistem (“serbest piyasa ekonomisi”) üstün olduğunu kanıtlamıştı. Egemen sınıf kendinden son derece emindi. Ekonomik boom’un sonsuza kadar süreceğini hayal ediyorlardı. Ekonomi uzmanları “yeni ekonomik paradigma” üzerine yazmaktaydılar.

Bu durum bütün sınıfların psikolojisini de etkiledi. Orta sınıf (İşçi Partisi bürokrasisi dahil olmak üzere) burjuvazinin ve onun “piyasa” ideolojisinin peşine takıldı. İşçi sınıfı hiçbir alternatif görememekteydi ve problemlerine bireysel çözümler aramakla meşguldü. İşçiler üzerindeki aşırı basınç, borç, uzun çalışma saatleri, stres ve aşırı yorgunluğa rağmen, yaşam standartlarında göreli bir iyileşme elde edilmesi geçici bir dönem için mümkündü. Reformizmin ve özellikle de onun sağ kanadının (Blair vb.) gücü ve Marksizmin güçlerinin yalıtılmışlığı ve zayıflığı buna dayanıyordu.

İşçilerin mücadeleye katılmadığı dönemde kapitalizmin, işçi örgütleri, özellikle de örgüt yöneticileri üzerindeki basıncı on kat arttı. Reformist önderler, sendika aygıtları ve Sosyal Demokrasi, sınıf basıncından kurtularak görülmemiş bir “bağımsızlık” kazandılar; yani burjuvaziye ve onun ideolojisine bağımlı hale geldiler. Kitlesel işçi örgütlerindeki çürüme uç noktalara vardı. Fakat artık bu süreç kendi sınırlarına dayanmıştır. Kısa sürede önemli olaylar kitle örgütlerini sarsarak kendine getirecektir. Tüm süreç tersine dönecektir.

Dünya ekonomik krizi

Ekonomik resesyonun katı gerçekliğiyle yüz yüze gelen burjuvazinin sözcüleri, yaşananları çok iyimser yorumlamaktadırlar. Alan Greenspan şunları söylemektedir: “inişin yumuşak ve kısa süreli oluşu, ekonominin gücünü çabuk toparlayabilmesinde ve esnekliğinde dikkate değer bir iyileşmenin kanıtıdır. Sürekli sağlıklı büyümeye geri dönüş için temeller uygundur: stoklarda ve sermaye mallarında ortaya çıkan dengesizlikler büyük ölçüde giderilmiştir; enflasyon oldukça düşüktür ve böyle kalması beklenmektedir; üretkenlikteki gelişme oldukça güçlüdür, ki bu da ev ve iş yeri harcamalarına hatırı sayılır bir desteğin yanı sıra maliyet ve fiyat basıncından potansiyel bir kurtuluşa da işaret ediyor.” Bu sadece hüsnükuruntudur.

2002’nin ilk çeyreğinde ve Ağustos ayında Avrupa ve ABD’deki borsalarda yaşanan geçici düzelmeler, tamamen münferit gelişmelerdi. Ağustostaki %20’lik iyileşmenin ardından, dünya borsaları Eylül başında tekrar keskin bir şekilde düştü. Japon Nikkei Endeksi 1983’ten bu yana en düşük değerine indi. New York Dow Jones Sanayi Ortalama Endeksi 350 puandan daha fazla düştü. Benzer düşüşler Londra ve diğer borsalarda da yaşandı.

Birçok ekonomist, ABD’nin sözde “çifte iniş” resesyonuyla yüz yüze olduğunu artık kabul ediyor. Bu, her zaman belirttiğimiz bir saptamayı doğruluyor: bu yılın başlarında yaşanan toparlanma, yalnızca dünya ekonomisindeki daha aşırı ve dik bir düşüşün başlangıcıdır. Dünya borsalarında şu an yaşanan düşüşler, buzdağının görünen yüzüdür. Dünya ekonomisi hâlâ tepe taklak yuvarlanıyor.

Temmuz ve Ağustos ayları boyunca ABD ekonomisine dair her yeni rakam, öncekinden daha kötüydü. Amerikan halkının elinde tuttuğu net varlık (hisse senetleri, bonolar ve mülkler dahil olmak üzere) son iki yıl boyunca, yani dünya borsalarında “düşme eğilimli piyasa”nın başladığı Mart 2000’den bu yana, %20’den fazla düştü. ABD Konferans Yönetiminin Temmuz ayı tüketici güven endeksi 106,4’ten 97,1’e düştü, bu değer Şubattan bu yana görülen en düşük seviyedir. Tüketicinin gelecek hakkındaki beklentileri umutsuzluğa dönüşmüştür. Gelecek beklentileri 107,2’den 95,7’ye ani düşüş göstermektedir. Dünya ekonomisinin ABD’deki tüketime aşırı ölçüde bağlı olduğunu hatırlarsak, bu rakamlar bize inişin çok ciddi boyutlarda olduğunu gösterir.

Dükkânlarda satışlar düşmektedir. ABD imalatçıları arasındaki güven ölçüm endeksleri de zayıflamıştır ve imalat çıktısı bu yılın ilk kısmındaki sınırlı canlanmadan sonra tekrar resesyon düzeylerine düşmüştür. En önemlisi, ABD gerçek gayri safi milli hasıla rakamları bu yılın ikinci çeyreğinde yalnızca %1,1 artmıştır. Daha önceki çeyrekler ABD ekonomisinin 2001 yılında gerçekten de resesyona girdiğini ve ancak bu yılın ilk çeyreğinde küçük bir iyileşme gösterdiğini tekrar gözler önüne sermiştir.

Yatırımlar aralıksız yedi çeyrektir düşmektedir. Diğer taraftan tüketici harcamaları, ilk çeyrekte %3,1’lik büyümenin ardından yalnızca %1,9 artarak emekleme hızına düşmüştür. Yalnızca devlet harcamaları artmıştır. Kuşkusuz kısa bir süreliğine de olsa düşük faizler nedeniyle emlak boom’u devam etmektedir, bu boom Birleşik Krallık, Avustralya ve diğer OECD ülkelerinde de yaşanmaktadır.

Kârlılık seviyesi düzelmeden ABD kapitalizmi için gerçek bir düzelme söz konusu dahi olamaz. ABD’nin ilk 500 şirketi ikinci çeyrek kazançlarını kısa bir süre önce açıkladılar. Bu raporlar, geçen senenin aynı dönemdeki çok düşük seviyelerle kıyaslandığında yalnızca %1 artmıştır. Geçen sene 2 milyonun üzerinde Amerikalı işini kaybetti. Kârlar yeterince artmadığı sürece, yatırım artışı gerçekçi bir perspektif değildir, ki yatırımlar boom’un motor gücüdür.

Avrupa’da da gidişat daha iyi değildir. Avrupa ülkelerinin çoğu bu yılın ikinci çeyreğindeki ekonomik büyüme raporlarını açıkladılar. Aslında, bu ülkelerde büyüme neredeyse yaşanmamıştır. Almanya %0,3, İtalya %0,1 büyüdüler. En çok büyüyen Britanya ise yalnızca %0,7 büyüdü. Japonya’da üretim bir yılda %0,5-1,0 arasında düşmektedir. Deflasyon, düşen fiyatlarla birlikte hükmünü sürdürmeye devam ediyor. Hükümet 12 yıl boyunca süren resesyonun ardından ne yapacağı konusunda aptallaşmış durumdadır. Hatta hizmet sektörü savaş sonrası işsizlik rekorlarını zorlamaktadır. Kamu borçları hâlâ kesintisiz olarak artmaktadır.

Arjantin’de ekonomik ve politik kaos bir çıkış işareti olmaksızın devam ediyor. Brezilya da bugün çöküşün eşiğine gelmiştir. Benzer şekilde, IMF tarafından büyük miktarlarda para pompalanmasına rağmen Türk kapitalist politikacılar kavga etmeye devam ediyorlar, bu da ABD’nin sözde Terörle Savaşındaki bu kilit müttefikini ekonomik bunalıma sürüklemekle tehdit ediyor.

Dünya kapitalizmi iki balon tarafından da tehdit edilmektedir. Bu balonlardan ilki, ABD dolarının gücüdür. Geçen yıl bu balon biraz indi, önümüzdeki dönemde ise daha da sönecektir. ABD ayda 37 milyar dolar ticaret açığı verdiğinden ABD doları bugünkü değerini sürdüremez. Doların değeri belli bir noktaya geldiğinde yabancı kapitalistler tarafından elde tutulan 9 trilyon dolarlık sermaye yurtdışına çıkacaktır, bu da doların değerinde ani bir düşüşe neden olacaktır. Şişmeye devam eden ikinci büyük balon ise emlak sektörüdür. Bugün Amerika’daki %10 ve Britanya’daki %20’lik fiyat artışları devam etmeyecektir. İnşaat sektöründeki bir düşüş, tüketim harcamaları üzerinde negatif bir etkiye sahip olacak ve bu da ekonomiyi daha da aşağıya çekecektir.

Dünya ekonomisi üzerinde bir kara bulut gibi asılı duran ise Irak’taki savaş olasılığıdır. Yıkıcı politik sonuçlarını bir kenara bıraksak dahi, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri harekâtı, kaçınılmaz olarak petrol fiyatlarında ani bir artışa yol açacaktır. Savaş Amerika’nın istediği biçimde devam etse dahi bu kaçınılmazdır. Savaş uzun sürerse, ki muhtemeldir, dünya ekonomisi ciddi biçimde zarar görecektir.

Burjuva ekonomistlerin abartılı iddialarının aksine, geride bıraktığımız dönem boyunca gerçekleşen ekonomik büyüme, İkinci Dünya Savaşını takip eden onyıllardakinden daha zayıftı. ABD’de, 1942’den 1966’ya kadar GSMH büyüme hızı yıllık %4,5’ti. 1975’ten 1999’a kadar ise yalnızca %3,2’dir. 1942-66 döneminde sanayi üretiminde elde edilen büyüme %5,3’tür. 1975 ile 1999 arasında yalnızca %3,4’tir. Buna ilâveten, 1966’da tüketici borçlarının yıllık kişisel net gelire oranı %64 iken, 1999’da %97’ye çıkmıştır.

Enflasyon korkusu ile dünya çapında ekonomik çöküş korkusu arasında kalan ABD Merkez Bankası, sonunda fazla tasalanmamaya karar verdi. Merkez Bankası 12 aydan daha kısa bir sürede faiz oranlarını 11 kez düşürdü; bu görülmemiş bir olaydır. Faiz oranları Amerika’da şu an %1,75’tir –1961’den bu yana görülen en düşük seviye. Fakat bunun ne kadar süreceğinin ve ne sağlayacağının bir sınırı vardır. Şurası kesin ki, faiz oranları sıfırın altına indirilemez. Ne var ki ABD’de gerçek faiz oranları, tüketici fiyatları endeksiyle kıyasladığında negatiftir ve bu 1930’ların Büyük Krizinden beri görülmemiş bir olaydır.

Marx, kredinin, kapitalist sistemi normal sınırlarının ötesine taşıyan bir araç olduğunu açıklar. Pazar yapay olarak bir süreliğine genişletilir, fakat aslında bu, gelecekteki talebin azalması pahasına yapılır, çünkü alınan kredi eninde sonunda geri ödenmelidir ve tabii ki faizi ile birlikte. 1990’lı yılların boom döneminde devasa bir borç birikti, özellikle de ABD’de. Merkez Bankası ve Greenspan’ın faiz oranlarını ani bir biçimde indirmesi, küresel ekonomik çöküş korkusunun güdülediği panik önlemleridir. Fakat bu kesintilerle hedefledikleri sonuçları bir türlü elde edemediler. Borçlar aşırı arttığı için bu önlemler yeni borçları ve açıkları engelleyemez. Bu yola bir kez girdiklerinde kötülerin en kötüsünü –ABD ekonomisini uzun süre boyunca tırpanlayabilecek bir stagnasyon ve enflasyon karışımını– bulacaklardır. Buna ilâveten, şirket kazançları serbest düşüşe geçmiştir. Bir önceki yıla kıyasla %44,9 daha az kazandılar. Şirket kazançları bu düzeylere en son 1938 yılının üçüncü çeyreğinde ve 1932 yılının (Büyük Kriz) dördüncü çeyreğinde saplanıp kalmıştı.

Pratikte, gelecek dönem elde edecekleri tek şey daha büyük bütçe açıklarıdır. Fakat bu hiçbir şeye çözüm getirmeyecek, yalnızca krizi derinleştirecektir. 1939’da krizi dünya savaşı aracılığıyla “çözdüler”. Fakat bu çözüm yolu onlar için şimdilik kapalı görünmektedir. Bu koşullar altında bütçe açığı finansmanı onlara yardım etmeyecektir. Japonya deneyiminde de görüldüğü üzere, böylesi bir yol, gidişatı daha da kötüleştirecektir.

Japonya’da faiz oranları gerçekten sıfırlandı. Fakat bunun kamu borçlarını eşi görülmedik ve artık sürdürülemez bir düzeye yükseltmekten başka hiçbir etkisi olmadı. Amerika’da özel borçların bu yüksek düzeyi, faiz oranları bu kadar düşük de olsa, bireylerin ve şirketlerin yeni krediler alma heveslisi olmayacakları anlamına geliyor.

Bu, burjuvazinin krizden çıkmak için Keynesci politikaları kullanmayacağı anlamına gelmez. Fakat Japon deneyimi günümüz koşulları altında Keynesci yöntemlerin temel sorunu çözemediğini göstermiştir. Bu yöntemler yalnızca kötünün en kötüsüyle, yani stagflasyonla –stagnasyon ve enflasyon karışımı– sonuçlanan ciddi dengesizliklere yol açacaktır.

Gerçekte Japonya –bir zamanlar dünya ekonomisinin yıldızıydı– bir boom bile yaşamaksızın bir resesyondan diğerine sürüklenmektedir. Benzer bir durum ABD’de de oluşabilir, üstelik uzunca bir dönem küresel ekonominin tamamını etkileyecek bir biçimde. Japonya on yıl boyunca resesyon yaşadıktan sonra şimdi açıkça deflasyon yaşamaktadır. 10 yıl önce Japonya’da yaşanan durumla şu an arasında kesin paralellikler mevcuttur. Belirleyici faktör Japonya’nın 1980’lerde yaşanan son boomdan kalan borçluluk seviyesinin görülmemiş değerlerde oluşudur. On yıllık bir dönem boyunca Japon ekonomisinin tekrar toparlanamamasının nedeni de budur. İki yıl boyunca Japon hükümeti, Fransa’nın toplam GSMH’sine denk bir parayı boşu boşuna harcamıştır.

Ekonomik çöküşün gerçek doğasını, yani derinliğini ve süresini belirlemek güçtür. Fakat her ihtimalde bu çöküş 1974’ten ve belki de İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşananların en ciddisi olacaktır. Bunun 1929’u takiben yaşanan depresyona dönüşme olasılığı göz ardı edilemez. Çöküşün yoğunluğu ve bundan kaynaklanan pazar mücadelesi genelleşmiş bir korumacılığa yol açarsa, bu hiç de beklenmedik bir şey olmayacaktır. Fakat durum bu olmasa bile, ABD bu gerileyişten büyük zorluklarla çıkacak ve ardından, tıpkı 1990-91 resesyonu sonrası Japonya’da olduğu gibi, büyüme hızının son derece küçük olduğu bir döneme girecektir. Nedenler çok benzerdir: bir önceki dönemden sarkan devasa borçların birikmesi. Bu açıkça şu olgunun bir ifadesidir: kapitalizm bir önceki dönemde normal sınırlarının ötesine geçmiştir.

Durumun kesin olan ciddiyetine rağmen burjuva ekonomistler olayları en iyimser yorumlarla değerlendirmekte ısrar ediyorlar. Yatırımcıların şevkini yüksek tutmak için basında sürekli kampanyalar düzenleniyor. Her olumlu bilgi kırıntısı tünelin ucundaki ışık olarak sunuluyor. Kolay etkilenen yatırımcılar bu kampanyalarla aldatılıyor, hiçbiri bu ışığın karşıdan gelen bir trene ait olabileceğinin farkında değil. Borsadaki çılgınca aşağı yukarı salınışlar, borsa yatırımcılarının genel sinirliliğinin ve istikrarsızlığının bir belirtisidir (üstelik bu borsa yatırımcılarının arasında risk almayı seven kumarbazlar hiç de az değildir). Bu da toplumun genel durumunun ve gelişmekte olan ruh halinin çok iyi bir aynasıdır ve bu ruh hali yakında politik olarak kendini ifade edecektir.

Bununla birlikte borsa hareketlerinin, reel ekonominin sürekli kötüye giden hareketini yansıtmadığı iyi bilinir. Afgan savaşı patladığında ve 11 Eylül şokunun ardından Wall Street göreli bir düzelme yaşarken, Ford, kayıpların dördüncü çeyrekte analizcilerin kötümser tahminlerinden dört kat fazla olacağı uyarısında bulunmuştu. Detroit şirketi, daha fazla fabrika kapatma ve işçi atma anlamına gelen yeni bir yeniden yapılanma planı üzerinde çalışıyor.

Şirket kârları konusundaki uyarılar çığ gibi artmıştır. Hatta büyük şirketler iflâsın eşiğine gelmişlerdir. 2 Aralık 2001’de Amerika’nın yedinci büyük firması Enron’a iflâs yasasının 11. maddesi uygulandı. Hisseleri 89 dolardan bir dolara indi ve şirket iflâs etmeden önce “çöp” olarak adlandırıldı. İşçilerinin büyük bir kısmı hisse senetlerine sahip olduğundan, binlerce işçi hem işlerini hem de emeklilik birikimlerini kaybetti. Bu olayı nice iflâslar ve skandallar takip etti, görülmemiş bir finansman skandalının yaşandığı dev WorldCom şirketi de bunlardan biriydi. Bu skandallar toplumdan tepki gördü ve ABD’deki tüm anonim şirket sistemi sorgulanmaya başlandı.

Aşırı üretim

Marx’ın açıkladığı gibi, kapitalizmin her gerçek krizinin nihai nedeni aşırı üretimdir, yani kapitalistlerin artı-değer için duyduğu sınır tanımaz açgözlülük ile kitlelerin sınırlı tüketme gücü arasındaki uzlaşmaz çelişkidir. Şu anki kriz de bunun bir istisnası değildir. ABD ve Asya’daki krizin temel nedeni, ileri teknoloji ürünlerinin, özellikle de bilgisayar ve hafıza çiplerinin aşırı üretimidir. Bu yeni teknolojileri alabilecek insan sayısı sınırlıdır. Fakat kapitalist üretimin anarşik ve plansız doğası, yeni teknolojiyi alabilecek insanların az sayıda olmasını dikkate almaz.

Bu durum diğer metalara da uygulanabilir. Otomobil sanayiinde aşırı üretim, vahşi fiyat savaşlarına yol açar, Ford ve diğer büyük şirketler artı-ürünlerinden kurtulmak için çılgınca fiyat indirmek zorundadırlar. Bu da otomobil satış miktarında geçici yükselmelere neden olur. ABD’de perakende satışlarda aylık yüzde 7,1 artışla rekor kırılan Ekim 2001 ayında, bu artışın ardında yatan şey otomobil satışlarıydı (%26,4 artış sağlanmıştı). Bu da indirimlerin olduğu ve faiz oranlarının sıfırlandığı “Amerika’yı Yuvarlanmaktan Koru” kampanyasının sonucuydu. Fakat otomobil satışlarındaki artış, gelecekteki satışların düşmesi ve kâr marjlarının inanılmaz bir noktaya çekilmesi pahasına yapıldı; böylelikle de otomobil sanayiinin krizi dünya çapında derinleştirildi.

Şirketler kâr marjlarını sürdürmek için, işten çıkarmalara, ücret kesintilerine, maliyetleri kısmaya, boom sırasında elde ettikleri değerleri bir anda gözden çıkarmaya zorlanırlar. Borçlar için de aynı şeyler geçerlidir. Güney Kore firması olan yarı-iletken üreticisi Hynix gibi büyük şirketler ürünlerini satamadı ve kendilerini bir anda borç içinde buldular. Bankalar tarafından verilen kredilerin süreleri ekonominin genişleme dönemlerinde kolayca uzatılırken, kriz dönemlerinde bir an önce geri ödenmesi istenir. Artık herkesin peşin paraya ihtiyacı vardır. Bu da, Hynix gibi şirketleri, ABD pazarına girebilmek ve daha fazla fon bulabilmek için ABD’nin büyük şirketlerinden Micron Technology ile evlenmeye zorlamaktadır. Eğer bu evlilik gerçekleşirse sonuçta dünyanın en büyük hafıza çipi üreten şirketi ortaya çıkacaktır. Demek ki, boom döneminde görülmedik boyutlara çıkan sermaye yoğunlaşması ve tekelleşme süreci, çöküş döneminde de kesintiye uğramadan devam eder.

İmalat sektöründeki krizler er ya da geç hizmet sektörünü de içine alır. 11 Eylül şoku, havayolları, oteller ve turizm gibi sektörlerdeki krizleri şüphesiz körüklemiştir. ABD’de, yalnızca havayolu sektöründe 100 binden fazla işçi atılmıştır. Bu sayı krizin gerçek derinliğini tam açıklayamaz, çünkü başka pek çok sanayi de havayolu sektörüne bağlıdır. Belçika’da Sabena krizi, keskin işçi çatışmaları doğurmuştu.

ABD’nin en büyük indirimli perakende satış zinciri WalMart, 2001’in üçüncü çeyreğinde kârını 1,5 milyar dolara çıkararak satışlarda yüzde 15,5 artışla rekor kırdığını ilân etmişti. Halbuki bu rekor, krize tepki olarak daha fazla sayıda Amerikalının daha ucuz alışverişi tercih ettiğini göstermektedir. Bu eğilim diğer perakendecileri fiyat indirimine zorlayarak uzun dönemde kâr marjını daha da daraltacaktır. Diğer taraftan lüks mal şirketleri her çöküş döneminde olduğu gibi zarara uğramaktadırlar.

Resmi mitolojinin tersine, hizmet sektöründeki krizin nedeni 11 Eylül değildi; bu kriz genel krizin bir parçasıdır. 220 bin işçi de havayolları ya da turizmle ilişkisi olmayan sektörlerde işini kaybetti. İşçiler daha az çalıştırıldıklarından haftalık ücretleri düşmektedir.

Ekonominin korkunç durumu reklâm sektöründeki çöküşte kendini göstermektedir. Britanyalı reklâm şirketi Cordiant Communications, Aralık 2001’de dört ay içinde üçüncü kez kâr etmediğini açıkladı ve durumun daha da kötüleştiğini belirtti. Şirket bir yıl boyunca işgücünün onda biri olan 1100 kişiyi işten atmasına rağmen daha fazla işten çıkarmanın gündemde olduğunu açıkladı. Dev sigorta şirketi Lloyds of London, kayıplarını 1,7 milyar sterlin (2,7 milyar dolar) olarak açıkladı. Bu sayı ilk tahminlerden 600 milyon dolar fazladır ve Lloyd’un 300 yıllık tarihindeki en büyük kaybı ifade etmektedir. Yıllardır ilk kez, Londra resesyonda olduğunu resmen ilân etti. Bu da hizmet sektöründeki bir krize işaret ediyor ve bu kriz sadece ekonomik faaliyetteki genel düşüşün dışavurumudur.

Durumun ciddiyetini anlamak için petrol fiyatlarına bakmak yeterlidir. Normalde, Ortadoğu’da savaş olasılığı ya da istikrarsızlık oluştuğunda, petrol temininin zorlaşacağı korkusuyla petrol fiyatları aniden artar. Halbuki 11 Eylülden bu yana petrol fiyatları, OPEC’in öngördüğü varil başına 22-28 dolar aralığının bile altına düşmüştür. Şu anda, OPEC’in üretimi kısma çabalarına rağmen, az miktardaki iyileşmeden önce petrolün varil fiyatı 20 doların altına inmişti. Bu da küresel talebin düşmesinin bir göstergesidir.

ABD’nin piyasaya sürdüğü “resesyonun kısa olacağı” propagandasına rağmen, bugün gelecek hakkında kötümser olan iktisatçıların sayısı artıyor. The Economist 2001 yılının sonunda bakın nasıl uyarılarda bulunuyor: “Ne yazık ki, iyimser olma seçeneği artık anlamını yitirmiştir. Şirketler Amerikası’nın, tasarruf tedbirlerinin sonuna yaklaştığına dair işaretler mevcuttur. Sermaye harcamalarındaki ani inişe rağmen (ikinci çeyrekteki yıllık yüzde 14,6’lık düşüşün ardından, üçüncü çeyrekte yüzde 12 inmiştir) şirketlerin hâlâ aşırı kapasitesi ve büyük finansman açığı bulunuyor. 1990’ların sonlarındaki yatırım bolluğunun giderilmesi zaman alacaktır. Bu arada dünyanın çehresi kararmaya devam ediyor. Japonya onyılda dördüncü resesyonu yaşarken, Avrupa tıkanmıştır.”

Korumacılık

Kapitalist sistem için ana tehlike çöküş olasılığı değildir. Boom-çöküş döngüleri 200 yıldır kapitalizmin değişmez özelliğidir. Kapitalistler en derin çöküşlerden bile er ya da geç çıkacaklarını bilirler. Gerçek tehlike çöküşün sonucu olarak serbest ticaretin bir tarafa bırakılması ve korumacılığın yükselmesidir. 1929-33 çöküşünü İkinci Dünya Savaşına kadar sürecek olan bir dünya depresyonuna dönüştüren şey de buydu. Dünya ticaretinin genişlemesi son yarım yüzyılda can alıcı bir rol oynadı, özellikle de son yirmi yıldır. Bu da kapitalistlerin ulus devletin sınırlamalarını kısmen ve geçici süre de olsa aşmasını sağladı. Fakat bunun dayandığı temel son derece kırılgandır ve kolaylıkla ortadan kaldırılabilir, özellikle de herkesin sınırlı pazarlar için mücadele verdiği bir dünya ölçekli çöküş koşullarında.

Avrupa ile Amerika arasında, ticari konularla ilgili Seattle müzakerelerini yarıda kesecek kadar gerilimler mevcuttur. Bazı sorunlar çözülse de, her an yeni çatışmalar çıkmaktadır. Özellikle ABD’de korumacılık eğilimleri yeşermektedir. Amerika dünyanın en büyük ekonomisidir ve kendi pazarını koruma altına alırken yabancı pazarları ele geçirmek için kaslarını kullanmaya hazırlanıyor. ABD düşük gümrük duvarlarından en çok yararlanan ülkeydi, bu nedenle halkı serbest ticarete her zaman olumlu baktı. Fakat Kongredeki Cumhuriyetçiler (ve de Demokratlar) Amerika’nın tarımsal ve sınai çıkarlarını korumak için serbest ticaret ilkesinden ödün vermeye hazırlar. Buna yakın zamanlarda çelik, tarım ürünleri, tekstil, kereste ve diğer alanlardaki korumacı önlemlerde şahit olduk.

Kapitalistler Dakar’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü toplantısında, ticaret kısıtlamalarının azaltılmasını içeren yeni öneriler sunarak “serbest ticaret”e devam dediler. Uruguay’da alınan kararları yerine getirmek on yıl aldı. Bu seferki daha uzun ve zor olacaktır. Dünya resesyonunun genişlemesi, son yarım yüzyıldır inşa etmek için uğraşılan narin dünya ticaret ağını tehdit eden korumacılık eğilimini kaçınılmaz olarak kamçılayacaktır. Sermaye stratejistlerinin en büyük korkusu budur. Marksistlerin yıllar önce açıkladığı şeyi anlamış görünüyorlar; dünya ekonomisinin temel motor gücü dünya ticaretinin gelişmesidir (“küreselleşme”).

Boom döneminde bile dünya pazarı rakip bloklara ayrılma eğilimi taşımaktaydı. ABD emperyalizmi Kanada ve Meksika’yı içeren ve Rio Grande’nin hem kuzeyi hem de güneyini, kısaca bütün Amerika kıtasını kontrol amacını güden NAFTA’yı yarattı. Avrupa, Balkanlar’ı, Kuzey Afrika’yı ve Doğu Avrupa’yı kontrol altına almak için Avrupa Birliği’ni yarattı. Asya’da Japonya daha gevşek bir yen bölgesi oluşturdu. Çöküş derinleştikte bu rakip ticaret blokları arasındaki çelişkiler artacaktır. Avrupa ile Amerika ve Amerika ile Japonya arasındaki gerilimler bu koşullarda yoğunlaşacaktır. Amerika misilleme olarak işsizliği Avrupa ve Japonya’ya ihraç etmeye çalışacaktır. Ticari savaşların ve rekabete dönük devalüasyonların yaşanma ihtimali gittikçe kuvvetlenmektedir ki, bu da krizi derinleştirecek ve uzatacaktır.

Avrupa Birliği

Avrupalı kapitalistler, daha bir yıl önce, resesyona girmeyeceklerini gururla ilân etmişlerdi. Şimdi bu böbürlenmelerin içinin boş olduğu görüldü. İroniye bakın ki, yeni genişleme döneminde Avrupa kapitalizminin ana motor gücü olduğu düşünülen iletişim sanayii (cep telefonları) resesyondan en çok etkilenen sektör oldu.

Britanyalı büyük cep telefonu şirketi Vodafone, Aralık 2001 başında altı ayda 8,4 milyar sterlin (12 milyar dolar) vergi öncesi kayıpları olduğunu açıkladı. Cep ve sabit telefon bölümlerindeki yeniden yapılanma maliyetleri ve varlıkların nominal değerlerinin düşürülmesi de eklendiğinde, Alman mühendislik devi Siemens’in kârları Eylül sonu itibariyle yüzde 76 düştü. Almanya’da işsizlik resmi rakamlara göre işgücünün yüzde 8’i civarında dolaşmaktadır.

Daha önceki metinlerde Avrupa Birliği’nin kurulma nedenleri üzerinde durmuştuk. Şurası doğru ki, bizler, Avrupalı kapitalistlerin ulaşabilecekleri uzlaşma ve ekonomik ve parasal birlik düzeylerini küçümsedik. Euronun bu kadar başarılı olacağını düşünmedik. Bu ancak, Avrupa’ya yarayan ve farklı kapitalistlerin ayrılıklarını (geçici olarak) bir kenara koymasını mümkün kılan bir uzayan dünya boomu temelinde mümkün olabilirdi.

Şu an euro, 12 Avrupa Birliği devletinde ortak para birimi olarak kullanılmaktadır. Bu önemli bir gelişmedir. Ortak para birimi Avrupa’nın bütünleşmesine gitmenin ilk koşuludur. Ortak para birimi iç ticareti kamçılayacak ve üretici güçlerin gelişimine güçlü bir itki sağlayacaktır. Fakat euro en kötü zamanda piyasaya sürüldü. İşsizliğin arttığı, pazar mücadelesinin kızıştığı dünya krizi koşullarında, katı Maastricht kriterleri krizi şiddetlendirecek ve AB devletleri arasındaki karşıtlıkları artıracaktır.

The Economist, euronun başarılarına dair olumsuz bir bilânço çıkardı: “Euro on yıl önce tasarlandığında, Avrupa’da rekabeti ne kadar kamçılayacağına, yapısal reformları hızlandıracağına ve hatta Avrupa’nın dünyanın ekonomik dinamosu olma rolünü Amerika’dan alacağına dair pek çok düşüncesiz söz ediliyordu. Fakat Avrupa Komisyonunun derlediği son rapor, Avrupa ile Amerika arasında kişi başına düşen GSMH ve üretkenlik farkının geçmiş on yıl içinde daralacak yerde giderek açıldığını belirtiyor. Birliğin en büyük ekonomisi Almanya durma noktasına gelince, euro sayesinde Avrupa’nın küresel resesyonun etkilerinden uzak kalacağına dair bu yıl ileri sürülen teori çöküverdi. Adeta Avrupa’nın zaaflarını ilân edercesine, euro, fiktif yaşamının ilk üç yılının büyük kısmını dolar karşısında yeni düşüşlerle geçirdi.” (The Economist, 1/12/2001). Dolar karşısında euronun bugünkü başarıları, euronun gücünden ziyade doların zayıflığında aranmalıdır.

Avrupa burjuvazisinin ümitlerine karşın, euro doğumundan itibaren cılız bir para birimi olmuştur. Diğer para birimleri karşısında seviyesini koruma ihtiyacı, Avrupa’da faiz oranlarının Amerika’daki kadar hızlı düşmemesinin nedenlerinden biridir. Bu da önümüzdeki aylarda Avrupa’daki krizi şiddetlendirecek ve işsizliği artıracaktır. Tarihin cilvesine bakın ki, Almanlar Maastricht kurallarına sıkı bir biçimde uyulması konusunda en kararlı olanların başını çekerken, şimdi bunun sonuçlarına 4 milyon işsizle katlanmak durumunda kalıyorlar. Avrupa’nın motor gücü görevini üstlenecek Alman ekonomisinin kendi motoru bozulmuştur.

Daha düşük faiz oranlarını Duisenberg ve Avrupa Bankasının sürekli reddetmesi, Avrupa hükümetleri ile Banka arasındaki çatışmaya zemin hazırlamıştır. Hükümetler ihracatı kamçılamak için euronun daha çok değer kaybetmesini istemektedirler; geçen dönemde euro bölgesindeki ülkelerin göreceli başarısının ana nedeni euronun değer kaybetmesiydi. Halbuki bu başarıya rağmen, çekirdek ülkelerin, özellikle de Almanya ve İtalya’nın performansı berbattı ve bu ülkelerin sorunları daha da artacaktır. İşsizlik tekrar tırmanmaya başlamıştır.

Ortak para birimine geçişin bir sonucu da, sınır ötesi rekabetin kızışmasıdır. Amaç cılız şirketleri elimine ederek üretkenliği artırmaktır. Fakat bu, İtalya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi ülkeleri zor durumda bırakır. Rekabeti kızıştırma, daha fazla iflâs, fabrika kapanması ve işsizlik anlamına gelir. Bunlardan da yeni çelişkiler doğacaktır. Geçmişte İtalya düştüğü zor durumdan parasını devalüe ederek kurtulmuştu. Fakat artık bu yol Maastricht anlaşması ile kapatılmıştır. Ulus devletlerin devalüasyon yapması yasaktır ve İtalya’ya diğer ülkelerin yardım etmesi de yasaklanmıştır. Bu yüzden, krizin bütün yükü işçi sınıfının omuzlarına yüklenecektir. İtalyan işverenler gerekli önlemleri alması konusunda Berlusconi’yi sıkıştırmaktadırlar. Tarih sahnesi, Avrupalı ülkelerde birbiri ardına sınıf mücadelelerinin patlamasına hazırlanmaktadır.

Bu da Avrupa’nın bütünleşmesine değil, olsa olsa ulusal devletler arasındaki uzlaşmaz karşıtlıklara ve gerilimlere ivme verecektir. Sonuçta, euro deneyiminin karşılıklı suçlamalar arasında yarı yolda kalması muhtemeldir. Şimdiden, her hükümet kendi kapitalistini dış rekabetten korumaya çabaladığından, euro bölgesindeki devletler arasındaki çelişkilerin göstergeleri ortadadır. Elbette, gelecek yirmi yıl boyunca kesintisiz kapitalist yükseliş yaşanırsa Avrupalı kapitalistler ekonomik bütünleşmeyi gerçekleştirebilirler. Fakat bize göre durum bu olmayacaktır.

İki yıl önce Lizbon Zirvesinde AB hükümetlerinin başbakanları 2010 yılında AB’yi dünyanın en rekabetçi ekonomisi yapmak için daha fazla liberalleşme programı konusunda anlaştılar. Ne oldu? Fransa liberalleşme için çok az enerji harcadı ve pazarını tamamen açma konusunda tarih belirlemeye yanaşmadı. Posta hizmetlerinde tam rekabete geçilmesi ertelendi. Almanya, üzerinde 12 yıl çalışılmış olan şirket devirleriyle ilgili bir AB direktifini çiğneyiverdi ve ardından Alman mülk sahiplerini korumak için yeni düzenlemeler yaptı. Büyük çaplı finans hizmetlerini liberalleştirmede uygulanacak Lamfalussy planı, Mart ayında Stockholm’de herkes tarafından onaylanmasına karşın, Avrupa parlamentosunda prosedür manevralarıyla sabote edildi. AB patent rejimi anlaşması, dil politikasındaki anlaşmazlıklar tarafından engellendi. Bu örnekler uzatılabilir.

Bu örnekler şunu gösterir, her ulusal hükümet “Avrupa bütünleşmesi ideali”ne yalandan bağlılığını ilân ederken esasen kendi “ulusal çıkarları”yla, yani kendi burjuvazinin çıkarlarıyla ilgileniyor. Öyle ki, Almanya’nın şirket satın almalarıyla ilgili yasayı sabote etme kararı, kendi şirketlerini yabancıların satın almasından –örneğin Vodafone’un Mannesmann’ı almak istemesi– koruma arzusunca güdülenmiştir. Enerji sektöründe liberalleşmeye Fransızların gösterdiği muhalefet, kendi devlet işletmeleri olan Electricité de France’ı desteklemek için tasarlanmıştı. Fransız hükümeti, daha açık pazarları olan devletlerin şirketlerini ele geçirmek için hırçın bir politika güderken, kendi ulusal tekelini korumaktadır.

“Avrupalılık” söyleminin arkasında, en güçlü Avrupalı devletlerin, özellikle de Avrupa’yı yönetmenin yollarını arayan Almanya ve Fransa’nın arzuları ve çıkarları yatıyor. Avrupalılık ideali söylemini, ancak daha küçük ülkeler ciddiye alıyor, çünkü kendi başlarına ayakta durmak için çok zayıflar ve aptalca bir şekilde Avrupa sahnesinde önemli oyuncular olabileceklerini düşünüyorlar. Buna ek olarak, onların da savunacakları bencil çıkarları var.

Belçika “Avrupa kurumlarının” ana merkezi olma durumundan yararlanmaktadır ve bunun devlet hazinesine epeyce katkısı olmaktadır. Bu yüzden de “Avrupalılığı” en çok benimseyen ülke odur. Yunanistan, Portekiz, İrlanda ve İspanya gibi daha cılız ekonomiler, Avrupa Birliği’nin sübvansiyonlarını genişletebildikleri ölçüde “Avrupalılığa” arzu duymaktadırlar. Ancak, bu sübvansiyonlar azaldığında ya da kaldırıldığında –ki yaşanan budur– bu arzular bir anda sönecektir. Ve önümüzdeki dönemde ekonomik kriz Almanya’yı yiyip bitirmeye başladığında, bugüne kadar faturanın büyük kısmını ödeyen Almanya bu rolden artık sıkılıverecek, bu da sübvansiyonların kaldırılması anlamına gelecektir.

Gerçek şudur ki, Avrupa’nın küçük devletlerinin önemi çok azdır. Bu 11 Eylül’ün ardından açığa çıkmıştır. Britanya (Amerika’nın yarı uydusu) Almanya ve Fransa’yla birlikte her şeye karar verdi. Diğerleri Londra’daki akşam yemeğine davet bile edilmediler. İtalyanlar avazları çıktığı kadar protesto ettiler. Diğerleri de bu durumdan şikayetçiydiler: “Bizlere AB’ye katılmak isteyen adaylar gibi davrandılar. Kararlar alındı ve sonra bizlere bildirildi.” Fakat ilişkilerin gerçek durumu aslında budur, yalnızca bu durum alenen dile getirilmiyor o kadar. Ancak Blair’in tipik kabalığı bunu açığa çıkardı. AB’nin ikincil kurumlarının paylaşımı üzerine Leaken’deki son kavga, Berlusconi’yi bütün kararları veto etmeye itti. İsveç Başbakanı, ülkesine hiçbir kurum bırakılmadığından şikayet ettiğinde, Chirac ona, belki de “böyle ‘güzel kızlar’a sahip oldukları için AB model ajanslarının üssü olmayı isteyebileceklerini” söyledi! Dört büyüklerin diğer Avrupa ülkelerini hor görmesinin örneklerinden biri.

AB’nin daha fazla genişlemesi, sorunu daha da kötüleştirecektir. Almanya, Fransa ve Britanya’nın diğer 22 Avrupa liderini davet etmeksizin toplantı yapamayacağını kabulleneceklerine cidden inanan var mıdır? Alman kapitalistler, Doğu Avrupa’da kendilerine yakın duran Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ni Birliğe sokmak istiyor. Buna karşı çıkan Fransa, Romanya’nın da girmesini teklif ediyor. Bu da Alman ve Fransız çıkarlarının çeliştiğinin bir başka örneğidir. Sonunda, genişleme büyük bir olasılıkla devam edecektir. Fakat bu durumda, büyük AB devletleri, her halükârda egemen olmanın bir yolunu bulacaklardır.

Britanya burjuvazisinin Avrupa ve euroya karşı belirsiz tutumu çeşitli faktörlerle açıklanmaktadır. Avrupa’da ticaret yapmak isteyen ve yüksek değerli sterlini istemeyen imalat sektörü ile yakın zamanlarda gücüne güç katan Londra’da çöreklenmiş parazit finans sektörü arasındaki keskin ayrım bu nedenlerden biridir. İmparatorluğunu kaybetmiş ve Avrupa’nın kıyısında ikinci-sınıf bir güce dönüşmüş olan Britanya egemen sınıfı, dünya gücü olma hayallerini terk etmek istememekte ve Avrupa’da bir rol oynama ile ABD emperyalizminin uydusu olma arasında gidip gelmektedir. Ancak euronun zayıflığı ve geleceği hakkındaki kuşkular da şüphesiz hesaba katılması gereken önemli faktörlerdir.

Gelişen kriz Avrupa devletleri arasındaki çelişkileri yoğunlaştıracaktır, özellikle de Almanya ile Fransa arasındaki çelişkileri; buna bir de her ikisi arasında manevra yapan Britanya’yı ekleyelim. Fakat ABD ile rekabet ihtiyacı yüzünden, AB’nin dağılması küçük bir olasılıktır. Avrupalı kapitalistler ayrı ayrı asılma korkusu yüzünden birlikte asılmayı tercih ediyorlar. Ama kapitalist bir temelde birleşik Avrupa hayali üzerine söylenecek tek söz, Lenin’in bir zamanlar söylediği sözdür: gerici bir ütopya.

Savaş ve dünya ekonomisi

Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından, Batıda sık sık “Barış Çağı”ndan söz edildi. Bütün dünyanın, ABD’nin himayesi altında uzun dönemli bir barış ve refah dönemine girdiği bir yeni dünya düzeni öne sürüldü. Fakat işler çok farklı gelişti. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının bir sonucu olarak ABD’de silahlanma harcamalarında biraz azalma oldu. Mutlak rakamlarla ABD silahlanma bütçesi muazzam boyutlarda olsa da, Clinton döneminde ABD savunma harcamaları GSMH’nin yüzde 6,2’sinden yüzde 3,8’ine düştü. Artık bu durum değişmek zorunda. Amerikalı yorumcular, çoktandır, GSMH’nin en az yüzde 1’i kadar bir artışın söz konusu olabileceğinden söz ediyorlar. ABD bütçesinin bir kez daha açık vereceği dikkate alındığında, bu para, okullar ve hastaneler gibi daha az gerekli diğer kalemlerden kesilerek kapatılacaktır.

ABD emperyalizmi tepeden tırnağa silahlanma sürecindedir. Mevcut krizden önce bile, Birleşik Devletler, her Amerikan vatandaşı için yılda 804 dolarlık silah harcaması yapıyordu. Fransa silah harcamasında 642 dolarla ikinci sırada yer almaktadır. Ekonomik ve sınai gücünü tamamen kaybetmesine rağmen, Britanya hâlâ çok güçlüymüş gibi davranarak kişi başına 484 dolar harcamaktadır; bu rakam yıllar önce imparatorluğunu ve sınai üstünlüğünü yitirmiş bir ülke için anormaldir. Bu rakamlar, yaşadığımız çağın gerçek durumunu yansıtmaktadır: krizler, savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler dönemi. Bunun sonucu, bütün gezegenin askerileştirilmesi yönünde genel bir eğilim olacaktır. Bir kez daha, bütün hükümetlerin nakaratı, “tereyağından önce silah” olacaktır.

Kimileri, ABD’nin askeri harcamalarındaki muazzam artış nedeniyle dünyanın resesyondan kurtulabileceğini iddia ediyorlar. Verilen tarihsel örnekler ise İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı ve Vietnam Savaşıdır. Fakat gerçekte, bu tür tarihsel paralellikler hiçbir şeyi kanıtlamaz. Amerikan emperyalizminin silahlanma harcamalarındaki büyük artışları kabul ettirmek için yaşanan krizi kullandığı doğrudur. 11 Eylül’den önce niyetleri buydu, fakat Cumhuriyetçiler muhalefetin korkusuyla rahat davranamıyorlardı. Artık istedikleri gibi doldurabilecekleri boş bir çeke sahipler.

Seçilir seçilmez Bush, yeniden silahlanma davullarını çalmaya başladı. Eylül 1999’da yaptığı bir konuşmada –yani ABD ekonomisi resesyona girmeden önce– Bush, Amerikan silahlı kuvvetlerini “zayıf” bıraktığı ve yeniden silahlanma programını istemediği için Clinton’ı suçlamıştı: “Son yedi yıl, ataletle ve boş konuşmalarla harcanmıştır.” “Artık geleceğe yeni anlayışlarla, yeni stratejilerle, yeni bir kararlılıkla şekil vermeliyiz.” (BusinessWeek, 24 Aralık 2001)

11 Eylül öncesinde bile, Pentagon 3700 savaş uçağına 340 milyar dolardan fazla harcama yapmayı planlıyordu: Lockheed Martin Şirketinin F-22 Raptor, Joint Strike Fighter ve Boeing’in Superhornet uçakları. Fakat bunlar, yeni geliştirilen kitle imha silahlarıyla kıyaslandığında, gerçekten antika oyuncak olarak kalırlar. BusinessWeek (24 Aralık 2001) şu raporu veriyor:

“Nokta hedefli silahlar da öncelikli olacak. Bulutlar yüzünden körleşebilen lazer güdümlü bombalara ilâveten, ABD, her türlü hava koşulunda hedeflerini bulabilmek için Küresel Yer Bulma Sistemini (GPS) kullanan Birleşik Doğrudan Saldırı Silahlarını (JDAM) kullanacaktır.” Boeing geçenlerde Predator gibi insansız savaş uçakları yapmak için bir birim oluşturdu, bunlar keşif uçağı olarak kullanılmalarının yanı sıra füze de ateşleyebilecekler.

SSCB’nin ortadan kalkması dünya ölçeğinde yeni bir durum yaratarak ABD silah planlamacılarını yeni stratejiler geliştirmeye zorladı. Avrupa’da muazzam Sovyet konvansiyonel kuvvetleriyle karşı karşıya gelmeye hazırlanmış bir ordu yerine, dünyanın herhangi bir yerine hızla konuşlandırılabilecek, daha küçük, daha esnek kuvvetler ve daha küçük, teknolojik olarak ileri, “akıllı” silahlar geliştiriyorlar. Nokta hedefli bombaların ve insansız kara araçlarının (UAV) geliştirilmesi, ABD’ye öyle korkunç bir ateş gücü sağladı ki, Rus Bilimler Akademisinden Alexander Saevliev gibi savunma analizcileri “savaşın karakterinin değiştiği”ni ileri sürdüler.

Bununla birlikte, tarih, savaşın karakterinin 2000 yıl boyunca sürekli değiştiğini gösteriyor bizlere. Burada farklı olansa, yeni teknolojiler değil dünya ölçeğindeki güçler dengesidir. SSCB’nin çöküşü, tek bir süper gücün var olduğu anlamına gelmiştir. Devasa askeri gücüne rağmen savaşın karakteri köklü bir şekilde değişmemiştir. Son tahlilde, savaşları tek başına bombalar değil karada savaşan askerler kazanır ya da kaybeder. Eli bıçaklı ve maket bıçaklı bir avuç adamın dünyanın en büyük süper gücüne bu kadar korkunç bir zarar vermesi şaşırtıcı bir olgudur. Düşük teknolojik yöntemlerle (en etkin taşıma yöntemi eşektir) yürütülen Afganistan’daki savaş, halen başarılı bir şekilde çözülmekten çok uzaktır.

ABD’nin savunma harcama politikaları, çoğunlukla ekonomik değil politik ve stratejik nedenlerce belirlenmektedir. Bu, ekonominin çıkarları için manipüle edilecek bir Merkez Bankası şubesi değil, ABD askeri yönetiminin ihtiyaçlarının ve ABD emperyalizminin dünya rolünün bir ifadesidir. Askeri harcamalar ekonominin bir kesimine (askeri ekonomik kompleks) yardımcı olsa da ve bu sektördeki krizi kısmen hafifletse de, bu yalnızca sermaye ve kaynakları ekonominin diğer sektörlerinden çekmeye yarar. Gerçek ekonomik düzelmenin mümkün olmadığı bir ortamda, bunun şirket kârlılığının genel düzeyini iyileştirme yönünde hiçbir etkisi olmayacaktır. Uzun dönemde enflasyonist sonuçlara yol açacak ve durumu daha kötü hale getirecektir. Her halükârda, bazı insanların hayal ettiği etkiyi yaratmayacaktır.

Mevcut dünya durumu, 1941, 1952 ya da 1964’teki durumdan oldukça farklıdır. 1941’de Amerika resesyondan henüz çıkmıştı ve savaşın geniş silahlanma programının işsizliğin azaltılmasında ve üretimin artırılmasında belirleyici bir etkisi olmuştu. Bugün ABD ekonomisi uzun bir boomdan sonra resesyona girmiştir. Dünya ekonomisinin gidişatı hızlı bir iyileşmeye işaret etmemektedir. 7 Ağustos 1964’te, Kongre, Vietnam’a yönelik ABD müdahalesinin artırılmasını destekleyen Tonkin Körfezi kararını onayladığında, ekonomi 1961’in başlarında sona eren 10 aylık bir resesyondan çıkıp çoktan iyileşmişti. Vietnam Savaşı boyunca askeri harcamalar bu genişlemenin ilerlemesine (ve son sürat giden enflasyon sürecinde) yardımcı oldu, fakat bir iyileşmeye yol açmadı.

Öte yandan askeri harcamaların miktarı 1939-45 yıllarındaki durumla hiçbir şekilde kıyaslanamaz. İkinci Dünya Savaşı sırasında, ABD’nin silah harcamaları 1944’te tepe noktasına ulaşmıştı. O yıl, silahlanma harcaması, Amerika’nın savaş öncesi GSMH’sinin yüzde 60-70’i kadardı. 1952’deki Kore Savaşının tepe noktasında, ABD askeri harcamaları, GSMH’nin yüzde 11’i kadardı. Vietnam Savaşının tepe noktasında ise, GSMH’nin yüzde 2’sinde kaldı. Fakat on yıl önceki Körfez Savaşında bu rakam GSMH’nin yalnızca yüzde 0,3’üydü, ve pek çok ekonomist bir yıl sonra başlayan ekonomik iyileşmede bu harcamanın rolünün çok küçük olduğu ya da hiç olmadığı konusunda hemfikirdir. Her halükârda bu son derece yavaş karaktere sahip bir iyileşmedir.

Irak 7 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal ettiğinde, ABD ekonomisi sekiz aydır resesyondaydı. ABD petrol fiyatlarındaki artıştan kötü şekilde etkilenmişti, askeri harcamalardaki cüzi ve geçici artış ekonomiye ciddi anlamda bir ivme vermek için yeterli değildi. Dünyanın geri kalanının, özellikle de o sırada hızlı bir büyüme yaşayan Asya “kaplanları”nın verdiği itki, resesyonun depresyona dönüşmesini engelledi. BusinessWeek’te (5/11/2001) yazan Robert J. Baro şu yorumu yapıyor: “Diğer üç savaştan çıkan analizler, iyileşmenin çok küçük bir kısmının Körfez Savaşından kaynaklandığı izlenimini uyandırmaktadır.”

Şimdiki durum, İkinci Dünya Savaşı, Vietnam ya da Kore Savaşındaki durumdan daha çok, on yıl önceki durumu benzemektedir. Yalnız bir farkla, dünya ekonomisinin durumu çok daha berbat. Daha 11 Eylül arifesinde, Birleşik Devletler’in keskin bir düşüşe uğradığı ve tarihteki en uzun dönemli ekonomik genişlemenin artık sona erdiği çok açıktı. Dünya Ticaret Merkezine yapılan saldırı, bu resesyonist eğilimleri hızlandırıcı ve kötüleştirici bir katalizör görevi gördü yalnızca.

Mevcut “terörle savaş”, çok özgül türden bir “savaş”tır. Oysa İkinci Dünya Savaşı ve daha az oranda olmak üzere Vietnam ve Kore Savaşları, tankların ve diğer ekipmanların çoğunun yenilenmek zorunda kalacak şekilde tahrip edilmesine yol açmışken, Afganistan’da tüketilenler sadece ve sadece bombalardır. Bunun da üretime fazla itki verici bir etkisi olamaz, hatta askeri rakamlara bile. Ve kesinlikle dünya ölçekli genel bir aşırı üretim krizinin etkilerini gideremez. Bush’un aldığı önlemler kâğıt üzerinde mükemmel görünebilir, fakat 1941’deki genel seferberliğin ABD ekonomisine pompaladığı muazzam miktarlarla kıyaslandığında oldukça yetersiz kalmaktadır ve hatta Vietnam Savaşındaki düzeye bile ulaşamayacaktır.

Sonuçları benzer şekilde sınırlı olacaktır. Moscow Times (10 Ekim 2001), Harvard Üniversitesi ekonomi profesörü N. Gregory Mankiw’in sözlerini aktarıyor: “Benim tahminime göre, bu, önceki savaş dönemi ekonomilerine tamamen benzemeyecektir. Mali itki beklediğimden daha büyük olmadıkça, farklılıklar geçmişe benzerliklerden daha fazla olacaktır.”

Uluslararası ilişkiler

ABD emperyalizmiyle SSCB arasında bölünmüş bir dünyanın yanı sıra uzun dönemli ekonomik yükseliş, uluslararası ilişkilerdeki bu göreli istikrara maddi zemin hazırlamıştı. Bu sözde barışa ulaşabilmelerinin nedeni, bir yandan güçlü Stalinist Rusya öte yandan ise güçlü ABD emperyalizmi arasındaki yıldırıcılık dengesiydi. Fakat artık her şey değişmiştir. ABD emperyalizminin tek başına mutlak güç olarak çıkması, eşi görülmedik bir dünya durumu yaratmıştır.

Daha önceki metinlerde de açıkladığımız gibi, geçtiğimiz on yıl boyunca yeni bir güçler dengesi oluşmuştur. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce, iki süper güç, ABD ve SSCB, birbirlerini dengelemekteydi ve bu da dünya durumuna göreli bir istikrar sağlamaktaydı. ABD’nin Irak’a saldıracak ya da Yugoslavya’yı bombalayacak cesaretinin olduğu kuşku götürmez. Sovyetler Birliği’nin bir süper güç olarak ortadan kalkması, Birleşik Devletler’in tek dünya gücü olarak ortaya çıkmasına olanak tanımış ve daha saldırgan bir dış politika geliştirmesi konusunda kendine güvenmesini sağlamıştır.

Şimdi bu emperyalist azgınlık en son dereceye kadar yükselmiştir. Afganistan’daki savaş, kapitalizmin dünya krizinde yeni bir dönemece işaret etmektedir. ABD emperyalizminin ana hedefi, Amerika’da yaşanan terörist saldırıyı, kendi konumunu dünya ölçeğinde güçlendirmek için bahane olarak kullanmaktır. Bu, ABD’nin askeri gücünü dünyaya bir hatırlatma aracıdır. Afganistan’a saldırının ardından Irak’a, belki de Sudan ve Somali’ye diğer “misilleme”ler gelecektir.

Amerika dünya tarihindeki en büyük emperyalist güçtür. Elinde en şeytani ve uzmanlaşmış imha araçları bulunmaktadır. Fakat yine de kaygan bir zemin üzerinde durmaktadır. 11 Eylül’den sonra ABD emperyalizmi, hiçbir net hedefi ve stratejisi olmaksızın savaşa atladı. Elbette en temel sorunlar, nesnel faktörler ve geniş tarihsel süreçler tarafından belirlenir, kişisel tercihler tarafından değil. Ama savaşlarda ve devrimlerde bireyin (önderliğin) rolü hiçbir suretle yadsınamaz. Bu, sınıf mücadelesinin gelişim ortamını etkileyen her türlü bükülmeler ve karşı-akıntılar üreterek, kısa dönemde çok güçlü etkiler yapabilir, ve yapar. Şu anda dünya üzerindeki en güçlü ülkenin önderliği, tarihteki en aptal ve dar görüşlü önderliktir. Bush Amerikan emperyalizminin gücünü göstermek istiyor, fakat bütün çelişkileri daha da şiddetlendirmekten başka bir şey yapmıyor. Gerçekte Afgan macerası, Amerika’nın gücünün sınırlarını göstermiştir.

Kanlı savaş denklemini tam olarak hesaplamak ve sonucunu kesin bir biçimde öngörmek her zaman imkânsızdır. Troçki, İkinci Dünya Savaşının çok çabuk biteceğini düşünmüştü. Fakat savaşın kendi mantığı vardır ve bunu önceden belirlemek mümkün değildir. Aynı şey Afganistan’daki savaş için de geçerlidir. Afganistan’da, askeri güçlerine rağmen Amerikan emperyalistleri, kazananın olmadığı bir durum içindedirler. Daha önce ilân ettikleri savaş hedeflerine ulaşsalar dahi, sonunda kaybeden onlar olacaktır. Çünkü eylemleriyle bütün bölgeyi ve dünyanın diğer kısımlarını istikrarsızlaştırmıştır.

İkinci Bölüm

Emperyalizme Karşı Mücadele

Kapitalizmin gerici yapısı dünya çapında açığa çıktı. Bu, özellikle sözde Üçüncü Dünyada daha belirgin bir şekilde gerçekleşti. Son dönemde dünya çapındaki işbölümünün eşi benzeri görülmemiş derecede artmasına tanık olduk. Fakat eski sömürge ülkeler bundan yararlanamadılar. Tersine, sözde Üçüncü Dünyanın ileri kapitalist ülkeler tarafından sömürülmesi son dönemde aşırı şekilde arttı.

Eski sömürge ülkeler bağımsızlıklarını elde etmelerine rağmen, kendilerini elli yıl öncesine göre emperyalizme daha da bağımlı buldular. Güneydoğu Asya özel nedenlerden dolayı üretim araçlarını geliştirmede başarılı oldu, fakat şimdi çökmüş durumda. ABD’deki kriz ve ihracata aşırı bağımlılıkları onları uçuruma sürükledi.

Eski sömürge ülkelerin aşırı derecede sömürülmesi ticaret rakamlarından da anlaşılabilir. Petrol hariç hammadde ürünlerinin fiyatları rekor derecede düştü. Dünya ürün fiyatlarına ilişkin The Economist Endeksi, 150 yılın en düşük seviyesinde bulunmaktadır. Kapitalist temelde hiçbir çıkış yolu yoktur. Kitlelerin hayat standardı bu ülkelerin birçoğunda artmamış hatta düşmüştür. Dünya nüfusunun yarısı şu an günde iki dolarla veya daha azıyla yaşamaktadır.

Emperyalist kesimler bile mevcut durumun tehlikeli sonuçlarını fark etmeye başlamışlardır ve eski sömürge ülkelerin borçlarının iptal edilmesi ve yapılan yardımların artırılması için çağrı yapmaktadırlar. Fakat bu önlemler okyanustaki bir damla gibi olacaktır. Yoksul ülkelerin durumuyla ilgili duygusal sözler, timsah gözyaşlarından başka bir şey değildir. Borçlar durmaksızın dağ gibi birikmeye devam ediyor. Kriz derinleştikçe, emperyalist ülkeler ticari özgürlük (yoksul ülkeler söz konusu olduğunda bu daima görelidir) heveslerini kaybedecekler ve Afrika’dan, Asya’dan ve Latin Amerika’dan gelen ithal ürünlere karşı korumacılık önlemlerine başvuracaklardır. Bunun dünya resesyonundan orantısız bir şekilde zarar gören bu ekonomiler üzerinde çok ciddi sonuçları olacaktır.

ABD emperyalizminin gerçek planı, Asya’nın, Afrika’nın, Orta Doğu’nun ve Latin Amerika’nın çok daha aşırı sömürülmesidir. Amerika’nın, Japonya’nın ve Batı Avrupa’nın uygarlığı ve “demokrasisi”, dünya nüfusunun yarısını iki dolara veya daha az bir miktara mahkûm etmiş bu köleliğe hiç de azımsanmayacak ölçüde bağlıdır. Fakat bu, eski sömürge ülkelerdeki yeni devrimci yükselişlere çıkarılmış bir davetiyedir. Patlamalar her yerde hazırlanıyor. Devrimci gelişmelerin potansiyeli eski sömürge ülkelerin hepsinde görülüyor; Ekvator, Kolombiya, Peru, Venezuela, Arjantin, İran, Endonezya, Filistin, Güney Kore, Zimbabwe, Cezayir ve hatta Suudi Arabistan’da.

Yeni karışıklıklar çıkması kaçınılmazdır. SSCB’nin çöküşünden sonra tüm Orta Asya son derece istikrarsız hale gelmiştir. Afganistan’a beceriksiz bir şekilde müdahalede bulunan Amerikan emperyalizmi bu istikrarsızlığı daha da artırmıştır. 30/10/2001 tarihli Financial Times, Orta Asya’yı, yoksulluktan, daha da kötüye giden sağlık ve sosyal hizmetlerden, ciddi çevresel tahribatlardan ve otoriter hükümetlerden mustarip bir bölge olarak tanımlıyordu.

Her yerde patlamalı çelişkiler mevcut. Bunlar gelecekteki savaşların ve çatışmaların tohumlarıdır. Özbekistan diktatörü İslam Kerimov, otoriter, yozlaşmış ve hiç sevilmeyen bir liderdir. Muhalif Özbekistan İslami Hareketinin, gerilla kamplarının üslendiği Afganistan’la bağları vardır. Fakat Amerikalılar Kerimov’u destekleyerek iç çelişkileri daha artırmışlardır. Kerimov’un bölgeye hakim olma planları vardır. Orta Asya’nın toplam 57 milyonluk nüfusunun 25 milyonunu Özbekler oluşturmaktadır.

Özellikle Özbekistan ve Tacikistan arasında Afganistan’a da yansıyan gerilimler mevcuttur. Bu gerilimler, son savaşta bile karşı karşıya gelen Kuzey İttifakı içindeki Dostum ve Tacikler arasında süren çatışmalar şeklinde su üstüne çıkmaktadır. Orta Asya ve Hazar’ın petrolüne ve gazına sahip olmak isteyen emperyalistlerin açgözlülüğüyle birlikte, bu son derece patlayıcı bir karışımdır.

Baktığınız her yerde aynı hikâyeyi görürsünüz. Afrika, Sahra’dan Capetown’a kadar kargaşa içindedir. Birçok ulus, farklı emperyalist ülkelere yaslanarak, tarım ve maden kaynaklarını kontrol etmek için birbirleriyle savaşıyor. Son birkaç senedir, Ruanda ve Brundi’deki katliamlar, Kongo’nun kaos içine düşmesi, on yıldan fazla bir süre boyunca Sierre Lieone, Liberya ve Gana arasındaki üçgende süren savaşlar gibi çalkantılı olaylara tanık olduk. Nijerya’da sürekli etnik ve dini çatışmalar var. Barbarlık, her yerde insanlığı içine çekmekle tehdit etmektedir.

Latin Amerika İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en derin ekonomik kriz içerisindedir. Tierra del Fuego’dan Rio Grande’ye kadar istikrarlı bir tek burjuva rejimi yoktur. Sosyalist devrim için gerekli koşullar, eski sömürge ülkelerde en azından yarım asırdır olgunlaşmış durumdadır. Hatta bu koşullar aşırı olgunlaşarak çürümeye yüz tutmuştur. Çürüyen kapitalizm, birbiri ardına bütün ülkeleri barbarlıkla tehdit etmektedir. Ne kadar bomba atarlarsa atsınlar, emperyalistlerin bunu durdurabilmelerinin yolu yoktur Bu zamana kadar devrimin başarıya ulaşamamasının nedeni emperyalizmin güçlü olması değil öznel faktörün zayıflığıdır: gerçek bir devrimci parti ve önderliğin bulunmaması.

Cezayir örneği çok önemlidir, çünkü köktendinci gerillalarla askeri rejim arasında on yıl devam eden ve arkasında binlerce kurban bırakan çok şiddetli ve kanlı bir iç savaşla harap olan bir ülkede kitle ayaklanması gerçekleşti. Hafiflemediği belli olan koyu bir gericilik durumundan kitlesel bir öfke patlaması doğdu. Cezayir’deki durum önemlidir, çünkü pek çok burjuva düşünür, İran’daki rejimin yanı sıra FIS’in yükselişini de köktendinciliğin yükselişi olarak sundular ve bunu Müslüman bir geleneğe sahip ülkelere özgü ve ebedi bir şey olarak gösterdiler. Şu anda her iki ülkede de işçileri, özellikle de gençleri, var olan toplumsal düzeni değiştirmek için yapılan ayaklanmaların başında görüyoruz. Bu ülkelerdeki kitleler, söz konusu gerici hareketlerin hiçbir alternatif sunmadığını değişik yollardan anladılar. Geçmişte Marksistler, İran’da Humeyni’nin zaferini ve Cezayir’de FIS’in seçim zaferini, geleneksel sol örgütlerin alternatif sunamamasının ve yanlış politik stratejilerinin bir sonucu olarak değerlendirmişlerdi. Köktendinciliğin çılgınlığı, onu iktidarda denedikleri ölçüde kitleler açısından cazibesini yitiriyor, tıpkı İran’daki gibi. Ve Cezayir’de gençliğin en devrimci kesimleri, köktendinciliğe kapılmayıp, kapitalizm yanlısı generallere karşı mücadelelerinde başka bir yol arıyorlar. Gençlerin isyanı tüm halka, Berberi bölgelerinden ülkenin geri kalanına yayıldı. Ulusal çapta örgütlenmiş komiteler kuruldu. Bu komiteler, taşımacılık, medya, hukuk ve düzen gibi devlet işlevlerini üstlendiler ve mücadeleye önderlik ettiler. Diğer bir deyişle bunlar embriyonik haldeki sovyetlerdi.

Bu halk komitelerinin oluşumu, bu hareketlerin ileri karakterini yansıtır, fakat aynı zamanda devrimci önderliğin belirleyici rolünün de altını çizer. Ekvador’da ya da Cezayir’de, işçiler, köylüler ve gençler arasında kök salmış sadece birkaç yüz kadrodan oluşan bir Marksist eğilim, tüm olayların gidişatını değiştirebilirdi ve devrimci sürecin başarıyla sonuçlanmasını garanti edebilirdi. Cezayir’deki bu kitle patlamasına yol açan nesnel koşullar, pek çok Arap ülkesindeki (Fas, Tunus, Mısır vs.) koşullardan hiç de farklı değildir. Gelecek dönemde, benzer tipte hareketler buralarda da kaçınılmaz olacaktır. İşçilerin ve köylülerin tek bir ülkede dahi kazanacağı zafer, bütün durumu değiştirecektir.

Emperyalist güçlerin tepeden tırnağa silahlanmalarının temel nedeni, eski sömürge halklarının isyanında yeni bir evreye hazırlanmaktır. ABD emperyalizmi son süreçte kimsenin yapmadığı kadar çok savaş yürütmüştür, özellikle de cevap veremeyecek kadar zayıf ülkelere karşı: Libya, Grenada, Lübnan, Somali, Haiti, Panama, Nikaragua. 13 yıl boyunca Vietnam’a karşı kanlı ve yıkıcı bir savaş yürüttüler. ABD’deki kitlesel muhalefet ve ABD ordusunun Vietnam’da bozguna uğraması nedeniyle bu savaşı kaybettiler.

Pentagon, Vietnam’dan bu yana Amerikan askerlerinin kara savaşına girmesine karşıdır. Fakat er ya da geç bu kaçınılmaz olacaktır. Eski bir general olan ve George W. Bush’tan daha zeki olan Colin Powell, Amerika’nın sadece çok büyük bir güç yığdığı ve bir çıkış stratejisi olduğu zaman müdahale etmesi gerektiğini düşünüyor. ABD emperyalizminin muazzam ateş gücü dikkate alındığında, bu olağanüstü derecede ürkek bir konumdur. Kendini Beyaz Saray için hazırladığı aşikâr olan Powell gibi bir adam tarafından bunun öne sürülmesi, ABD emperyalizminin stratejistlerinin, Amerika’nın yabancı maceralara girmesinin sonuçlarına ilişkin derin kaygılarını açığa çıkarıyor. Bu, ABD emperyalizminin gücünün sınırlarının farkında oluşu gösteriyor.

Bununla birlikte, ABD emperyalizmi her yere müdahale etmeye hazırlanıyor. Gerillalarla savaşması için Kolombiya hükümetine 1,3 milyar dolar verdikten sonra, şimdi de Filipinler hükümetine yaptığı yıllık 2 milyon dolarlık askeri yardımı 100 milyon dolara çıkarmıştır. Başkan Bush, Powell doktrininin çok ürkek olduğunu ve ABD’nin kara birliklerini dış çatışmalara sokmasının zamanı geldiğini düşünen yönetici kesimi temsil ediyor. Körfez Savaşında, Kosova’da ve Afganistan’da “zafer” olarak gördükleri şeyle kendi ellerindeki kozları güçlendiriyorlar. İronik bir şekilde izolasyonist bir politikayla iktidara gelen Bush, şimdi Irak’a, Sudan’a ve Somali’ye müdahalelerden bahsediyor. Pentagon halen ABD’nin bir kara savaşına girmesinden korkmasına rağmen, olayların akışı Amerika’yı hiçbir dirençle karşılaşmadan o yöne doğru çekiyor. Yeni sarsıntılar hazırlanıyor ve bunların her biri, eski sömürge ülkelerde muazzam bir istikrarsızlığa ve belli bir aşamada Amerika’da ve diğer gelişmiş ülkelerde büyük tepkilere yol açabilir.

Marksizm ve savaş

Bazı açılardan 1914 öncesi dönemi anımsatan uzun süreli bir boom ve göreli istikrar yaşadık. Şimdi her şey parçalanıyor. Fakat 1914’te emperyalistler dünyayı kolayca yönetebilirlerken, artık durum bu değildir. Üretici güçler her yerde çıkmazdadır. Kuşkusuz bu üretici güçlerin daha fazla gelişemeyeceği anlamına gelmez (üretici güçler, 1930’lardaki büyük bunalım sırasında bile belli bir ölçüde büyümüştür). Geçici boom’ların olmayacağı anlamına da gelmez. Fakat 1945’ten sonraki uzun yükseliş dönemi boyunca kapitalizmin yaşadığı türden bir büyüme artık gündemde değildir. 1990’ların ikinci yarısındaki geçici boom, kapitalizmin küresel kriziyle son bulmuştur ve bu durum ekonomik krizde, artan çelişkilerde ve sürekli savaşlarda ifadesini bulmuştur. Bu, yeni bir döneme, dünya çapında bir fırtına ve gerginlik dönemine girdiğimiz anlamına geliyor. Dünya devrimi çağı. Bu, barış ve istikrar dönemi değildir, bilâkis tam tersi geçerlidir. Savaşlar bu dönemde kaçınılmazdır ve belirli koşullar altında savaştan devrim doğabilir. Eski istikrar yerini her düzeyde istikrarsızlığa bırakmıştır. Ve belli bir aşamada bu işçi sınıfının bilincinde ifadesini bulmak zorundadır.

İster uluslararası savaş olsun ister sınıf savaşı (devrim) olsun, tüm önemli konular savaşlar tarafından çözüme bağlanır. Lenin’in Emperyalizm kitabını yazdığı dönemdeki gibi, şimdiki çağda da, kapitalist bir bakış açısından savaşın amacı pazarları, ham maddeleri ve nüfuz alanlarını ele geçirmektir. Önümüzdeki dönemde birçok savaş yaşanacaktır; geçmişteki dünya savaşları gibi değil, fakat Körfez Savaşı ve Afganistan’daki savaş gibi “küçük” savaşlar. Emperyalist ülkeler arasındaki çatışmalar, ekonomik kriz ve dünya çapındaki istikrarsızlık koşullarında muazzam ölçüde artacaktır. Küçük pazarlar için bile çok büyük mücadeleler yaşanacaktır. Emperyalistler, kendileri için mücadele etmeleri amacıyla yerel ajanlarını kullandıkları kirli taşeron savaşları başlatmakta hiç tereddüt etmeyeceklerdir. Bunu sadece Afganistan’da değil, Afrika’da (Kongo, Sierra Leone, Liberya) ve Irak’ta da görüyoruz. Bu tür çatışmalar tüm bölgelere yayılabilir ve milyonlarca insan için kâbus yaratabilir. Savaşa karşı tutumumuzu belirleyen, savaşın dehşeti değil kapitalizmin dehşetidir. Bizler sınıfsal bir tutum takınırız, pasifistlerin ve “Solcular”ınki gibi duygusal bir tutum değil. Bizim temel görevimiz; sabırlı bir şekilde ileri işçilere ve gençlere savaşın gerçek anlamını açıklamak, ikiyüzlü propagandanın maskesini düşürmek ve savaşın ardındaki sınıfsal çıkarları açığa çıkarmak, yani savaşın “politikanın başka araçlarla devamı” olduğunu göstermektir.

Savaş, her eğilimi teste tâbi kılar. Reformistler umutsuzluklarını daima savaş zamanlarında açığa vururlar. Sağ reformistler açıkça emperyalizmi desteklerler, özellikle de güçlü olan tarafı (Amerika). Sollar, gözü yaşlı pasifist tutumu benimserler ve Birleşmiş Milletleri müdahale etmeye çağırır. BM geçmişte sadece ikincil konuların halledildiği ve istim salmak için eski sömürge ülkeleri içine alan bir forumdu. Şu andaki durumu öyle bile değildir. Tamamen ABD emperyalizminin kontrolü altındadır. “Solcular”ın sürekli dillendirdikleri BM müdahale etmelidir talebi, hem ütopiktir hem de gericidir. Hem Körfez Savaşında hem de Afganistan’da, BM, ABD emperyalizminin saldırganlığına “legalite” örtüsü sağladı, aynen daha önce Kore’de ve Belçika Kongo’sunda yaptığı gibi.

Temel olan, emperyalist savaşlara karşı amansız karşı duruştur. Diğer yandan, burjuva pasifizmine de tamamen karşıyız. Bazı ultra sol grupların yaptıkları gibi vicdani reddi ya da askerlikten kaçmayı desteklemek söz konusu dahi olamaz. Böyle tutumların Leninist devrimci bozgunculukla ortak hiçbir yanı yoktur. Savaş üzerine ahlâki bir konumumuz yoktur. Bizim politikamızı belirleyen şey sınıfsal çıkarlardır. Taliban’ın suçları veya daha da ötesi Saddam Hüseyin’in ya da Savaş öncesinde Vargas’ın yahut Haili Selassie’nin suçları değil.

Sektlerin kafa karışıklığı

İkinci Dünya Savaşından önce Brezilya ve İngiltere arasında bir savaş olasılığı ortaya çıktığı zaman Troçki, yarı-sömürge bir ülkeyle bir emperyalist devlet arasındaki savaşta Marksistlerin ikincisine karşı ilkini savunmakla yükümlü olduğuna işaret ediyordu. Hükümetin karakteri belirleyici bir etmen değildi. Bundan dolayı, Brezilya’daki Vargas rejiminin aşırı gerici hatta yarı-faşist karakterine rağmen, bir Marksist demokratik İngiltere’yle savaş durumunda Brezilya’yı desteklemek zorundaydı.

Troçki bu fikri geliştirmediyse de, sorunun özü çok basittir: sömürge ya da yarı-sömürge ülkelere karşı yürütülen tüm emperyalist savaşlara, bu ülkelerde iktidarda bulunan hükümetin türüne bakmaksızın karşı çıkmak gerekir. Bir Marksist için bu ABC’dir ve üzerinde daha fazla durmak gereksizdir. Bununla birlikte sekterler, Troçki’nin argümanını her zamanki gibi karikatürleştiriyorlar. Doğru bir argümanı absürd bir uç noktaya taşıyarak yanlış bir argümana dönüştürmek daima mümkündür.

Sağlam bir anti-emperyalist çizgiyi savunurken, Troçki hiçbir zaman Varga’yı savunmak ya da onun rejimine muhalefet etmeyi bırakmak gerektiğini söylemedi. Tersine, hem Lenin hem de Troçki, emperyalizme karşı başarılı bir mücadele yürütmekten aciz oldukları için sömürge ülkelerin burjuvalarını amansız bir şekilde eleştirmiştir. Afganistan konusundaki tutumumuz, Lenin’in ve Troçki’nin klasik tutumuna dayanmaktadır. Afganistan’a yönelik emperyalist saldırganlığa karşı mücadele ederiz. Taliban’ın gerici karakteri bu tutumumuzu en ufak ölçüde etkilemez. Fakat bu bizim Taliban ya da bin Ladin’le aynı tarafta olduğumuz veya onların gerici politikalarını mahkûm etmeye son verdiğimiz anlamına gelmez.

Sekterler, düşünülebilecek her türlü hatayı yaparlar, bazen de akıl sır ermez hatalar yaparlar. Bu özellikle savaş zamanlarında geçerlidir. Lenin ve Troçki’yi herhangi bir şey anlamadan veya özümsemeden okuyan herkes kendini büyük teorisyen zannediyor. Bu yüzden Yugoslavya örneğinde, Hırvatları desteklemekten (CWI), Sırpları, Boşnakları, KLA’yı vs. desteklemeye kadar, düşünülebilecek her türlü permütasyona tanık olduk. Bunlardan hiçbiri sınıfsal veya enternasyonalist bir tutumu savunmamıştır. Artık Taliban’ı ve İslam’ı destekleyerek deliliği had safhaya vardıran sözde Troçkistlere de sahibiz. Bu yanlış olmakla kalmayıp, Marksist açıdan korkunçtur da.

Kendilerine has kıvırma ve bükülmeleriyle, sektler, özellikle ulusal sorun ve emperyalizme karşı mücadele konusunda kendilerini daima en saçma pozisyonlara sokarlar. Sonunda daima burjuvaziye ve küçük-burjuvaziye teslim olurlar ve sınıfsal tutumdan vazgeçerler. Kendi kaderini tayin hakkını ve emperyalizme karşı mücadeleyi savunmak, kazara emperyalizmle çatışma içine girmiş her gerici ulusal eğilimi savunmak zorunda olduğumuz anlamına gelmez. Hem bin Ladin’in hem de Taliban’ın çok da uzun olmayan bir zaman önce emperyalizmin yaratıkları olduklarını ve Kabil’deki Moskova yanlısı rejimi yok etmek için beraber çalıştıklarını hatırlayalım. Bu gerçeklerin üzerinden atlamak son derece hafiflik olur.

Taliban (ve suç ortağı bin Ladin) en korkunç karşı-devrimcilerdir. Ve bu Afganistan’daki savaşa (dünyanın en güçlü emperyalist devletinin, dünyanın en yoksul ülkelerinden birine saldırdığı bir emperyalist savaş) karşı tutumuzu belirleyemezse de, gözden kaçırılmamalıdır. Biz emperyalizme karşı mücadele ederiz ve bu yeterlidir. Emperyalistlere karşı başarılı bir savaş yürütmekten tümüyle aciz olduğunu gösteren Taliban’a katılmak zorunda değiliz. Savaş –en iyi ihtimalle– Afgan halkının yabancı bir işgalciye karşı yürüttüğü bir gerilla mücadelesi şeklinde devam ediyorsa, bu, Afgan halkını bir felâketten diğerine sürükleyen Taliban sayesinde değildir.

Genelde bu insanların mantığı, “bir şeyler yapmalıyız” şeklindedir. Fakat gereken şey olumlu bir şeyler yapmaktır, örneğin Batıdaki işçilerin politik bilinç düzeylerini yükseltmek gibi. Bunlar, keskin ve histerik propagandalarıyla, onları dinleme zahmetine katlanan birkaç insanının bilinç düzeyini daha da düşürmeye yardım ederken, aynı zamanda Troçkizmin adını da lekeliyorlar. Taliban’ın (geçmişteki bazı ufak hatalarına rağmen) şimdi “emperyalizme karşı savaştığını”, bu yüzden artık geçmişi unutmak ve birleşik bir mücadele cephesi oluşturmak gerektiğini savunuyorlar. Gerçekte Taliban, ABD emperyalizmine karşı Panama’daki Noriega’dan daha başarılı bir mücadele yürütemez. Emperyalizme ağır bir yenilgi tattırmak için, başka politikalara –devrimci politikalara– ihtiyaç vardır. Londra, Paris ve New York’un kafe barlarındaki sekterlerin yürüttüğü “mücadele”ye gelince, en iyisi hiç konuşmamaktır.

Eğilimimiz, savaş konusunda sınıfsal bir tutumu savunan siciliyle gurur duyabilir. Devrimci partinin sektlerin boş laflarıyla değil gerçekte nasıl kurulacağını bilmemiz gerekiyor. İşçi yığınlarının, savaşın başında, “çocuklarımızı” desteklememiz gerekir temelinde savaş yanlısı bir tutum almaları normaldir. Savaşı destekleyen işçilere karşı, sektlerin keskin ultra-sol tutumunu değil, sabırlı bir tutum takınmalıyız. İşçilerin tutumları savaş deneyimi içinde kendiliğinden değişecektir. Bu arada saçma sloganlarla ve hareketlerle kendimizi yalıtmamalı, sınıf içinde yankı uyandıracak sloganlar geliştirmeye çalışmalıyız. Uygun geçişsel talepler geliştirmeliyiz. Örneğin büyük şirketlerin savaş kârlarına el koyulması ve bu fonların hastane, okul yapımında kullanılması vs.

Elimizdeki tüm araçlarla emperyalist savaşlara karşı çıkarken, her zaman tutarlı bir sınıfsal tutum takınmalıyız. Savaşa karşı çıkacağız, fakat kendi pankartlarımız altında, kendi yöntem ve sloganlarımızla. Tersine, tüm şovenlikleriyle küçük-burjuva sekterler, pankartları karıştırarak ve proleter devrimin kızıl bayrağının yerine gericiliğin ve köktendinciliğin siyah bayrağını geçirerek derhal gerici fikirlere teslim olurlar. Bu, devrimci bir tutuma tümüyle terstir. ABD emperyalistlerinin, bin Ladin ve Taliban’ı da tıpkı Saddam Hüseyin’i yarattıkları gibi yarattığını açıkladık. Bizim amacımız, işçi sınıfının burjuvaziye ve kendi hükümetlerine karşı olan güvenini ortadan kaldırmaktır.

Savaş çoğunlukla devrime giriştir. Dünyanın kanlı bir emperyalist savaşın içine battığı, işçilerin işçileri öldürdüğü ve Avrupa’nın militarizmin ve kara gericiliğin kıskacında olduğu 1915’te, Lenin kendinden emin bir şekilde devrimi öngörmüştü. Olaylar onu haklı çıkardı. Akıntıya karşı savaşmak gerekir, belli bir noktada dalga tersine dönecektir. Savaşın ilerleyişi derin fay hatları açacak ve tüm çelişkileri dünya ölçeğinde daha da derinleştirecektir. Yakında gerçekleşecek olan olaylar, ABD dahil tüm dünyanın vicdanını etkileyecektir. Sorular sorulacaktır. Zihinler, tutumlar ve düşünceler değişmeye başlayacaktır. Bu durum, sağlam ve ilkeli bir tutumu benimseyen Marksist bir eğilimin önünde devasa olanaklar açacaktır.

Afganistan

Taliban rejimini yıkmalarına rağmen Amerikalılar halen, hem Afganistan’da hem de dünya çapında, özellikle de onların yüzünden istikrarsızlığa sürüklenen Orta Doğu’da, büyük zorluklarla yüz yüzeler. Hiçbir şeyi çözmediler, sadece yeni sorunlar yarattılar.

Şimdiye kadar Amerikalılar şunları başardılar:

1. Yerine daha istikrarlı bir şey koymaksızın Taliban rejimini devirdiler.

2. Pakistan’ı karıştırdılar ve Afgan çatışmasının sınırın ötesine taşma olasılığını yükselttiler.

3. Hindistan’ı yalnızlaştırdılar ve Hindistan’la Pakistan arasındaki Keşmir çatışmasını, yeni bir savaşa yola açabilecek ölçüde şiddetlendirdiler.

4. Suudi Arabistan’da ciddi bir istikrarsızlık yaratarak Suudi kraliyet ailesinin geleceğini tehlikeye soktular.

5. Her yerde “ılımlı” Arap rejimlerinin altını oydular ve zayıflattılar.

6. Hem İsraillileri hem de Filistinlileri yalnızlaştırdılar ve aralarındaki gerginlikleri artırdılar.

7. Irak’ı, Sudan’ı, Somali’yi ve hatta İran’ı tehdit ettiler ve istikrarsızlığı dünya çapında, özellikle de Orta Doğu’da artırdılar.

8. Müslüman dünyada anti-Amerikancı bir dalgayı kışkırttılar ve böylece İslami köktendinciliği güçlendirdiler.

9. ABD’ye ve dışarıdaki vatandaşlarına ve mülklerine yönelik yeni terörist saldırıların yapılma olasılığını artırdılar.

Ve son olarak;

10. Rusların Kabil’e geri dönmesine izin verdiler.

Afganistan’da istikrar yoktur. Amerikan baskısı altında bir araya gelen bu geniş tabanlı hükümet fazla uzun sürmeyecektir. Özbek lider Dostum ve diğer savaş ağaları daha şimdiden kendi konumlarını merkezi hükümet pahasına güçlendirmektedirler. Böyle harap bir koalisyonun Afganistan üzerinde egemenlik kurması mümkün değildir. İktidarda kalması bile yeterince sorunlu olacaktır. Bu sadece dışardan askeri destekle sağlanabilir. Bu da, bebeği koruma işinin ABD ve müttefiklerine (esasen Britanya ve Türkiye) bırakılacağı anlamına gelir.

Şu ana kadar Amerika, şeytanın kutsal sudan korktuğu gibi korktuğu kara savaşına girmekten sakınmayı başarabilmiştir. Kendisi için başkalarını dövüştürmüştür. Fakat bu strateji sorunludur. Kuzey İttifakı Amerikalılardan para alacaktır, fakat ille de Amerikalıların istediğini yapmayacaktır. Ayrıca Taliban yara almasına rağmen tamamen yok edilmemiştir ve Kabil’deki yeni hükümete ilişkin hayal kırıklıkları ortaya çıktıkça –ki bu kaçınılmazdır– yeniden güç kazanabilir.

Amerika’nın yapacağı hiçbir yardım duruma istikrar kazandıramayacaktır. Yıkılmış durumdaki Afganistan, akıtılan milyarlarca doların neredeyse hiçbir etki yaratamadığı dipsiz bir kuyudur. Üstelik “geniş tabanlı” hükümet çok farklı grupları ve bireyleri barındırdığından, herkes avcunu uzatıp tamamen dolmasını bekleyecektir. Fakat yoksul Afgan halkı umduğunun çok azını alacak ve er ya da geç hükümetten ve onun yabancı destekçilerinden nefret etmeyi öğrenecektir. Ve Afganistan’da politik muhalefet hızlı bir şekilde kendini Kalaşnikofların dilinde ifade edecektir.

Sahne yıllarca sürebilecek bir çatışma için hazırlanmıştır. Bu perspektif, bin Ladin ve molla Ömer yakalansa veya öldürülse bile çok fazla değişmeyecektir.

Pakistan’ın egemen kliğinin ve askeri elitinin, kendine Peştunların savunucusu süsü vererek Afganistan’da kaybettiği mevzilerine geri dönme manevrası yapması kaçınılmazdır. Fakat komşularının içişlerine karışarak durumu iyice istikrarsızlaştıracaklar ve savaşın bizzat Pakistan’a yayılmasının koşullarını yaratacaklardır. Bu arada Afganistan’daki olayların, ABD emperyalizminin çıkarları için hayati bir alan olan Orta Doğu üzerinde de karıştırıcı bir etkisi vardır.

Pakistan

Son olaylardan önce de son derece kırılgan olan Pakistan’daki durum, Afganistan’daki savaş yüzünden iyice bozulmuştur. Taliban’ın düşüşü, Pakistan ve onun askeri kliği için utanç verici bir yenilgi anlamına geliyordu. Pakistan’daki rejim zayıf ve çürüktür ve hatta yıkılabilir. Bu rejim sadece ABD emperyalizmi tarafından destekleniyor. ABD, savaşı desteklemesi karşılığında rejimin borç yükünü kısmen hafifletiyor. Washington, nükleer silah denemeleri yaptıkları için Hindistan ve Pakistan’a 3 yıl önce koyduğu yaptırımları kaldırırken, borçların yeniden planlanması dahilinde Pakistan’a 600 milyon dolar verdi. Fakat bu Pakistan’ın muazzam borcuyla karşılaştırıldığında çok küçük bir miktardır.

Resmi rakamlara göre nüfusun %34’ü yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bütçenin %60’ı dış borç faizinin geri ödenmesine harcanırken, %40’lık bölüm orduya gidiyor. Sadece %2’lik bir kısım eğitime harcanıyor. Bir insanın bir günlük sağlık harcaması 2 ABD sentine eşit. Ve emperyalizm, Pakistan’a bütçe kesintisi yapması için IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla durmaksızın baskı yapıyor. Liberalleşmenin Pakistan ekonomisi üzerinde korkunç etkileri oldu. Gümrükler %64 indirildiğinde, 3462 fabrika kapandı. Ayrıca fabrika kapatmalara ve kitlesel işsizliğe yol açacak olan özelleştirmeler için acımasız bir baskı var. Okulların ve kliniklerin kapatılması yoksulları etkileyecektir, çünkü zenginlerin özel sağlık ve eğitim hizmetlerine ulaşma imkânları vardır.

Savaş kitleleri iyice sarsmış ve zaten varolan istikrarsızlığı daha da artırmıştır. İlk başlarda köktendinciler aşırı gürültü koparmışlardır, fakat aslında kitleler içinde derin kökleri yoktur. İşçi sınıfı bir kez harekete geçtiğinde, bunlar süpürülüp bir kenara atılabilirler. İhtiyaç duyulan şey, bağımsız bir sınıf programıdır. Pakistanlı Marksistler bunda belirleyici bir rol oynayabilirler.

Pakistan, 50 yıldan uzun bir süredir, istikrarsız ve çürümüş “demokrasiler” ile çok daha istikrarsız ve çürümüş askeri diktatörlükler arasında salınıp durmuştur. Şu anki rejim çok sallantılıdır. ABD emperyalistlerinin, er geç Benazir Butto’yu Londra’dan çağırmayı ve kitleleri Pakistan Halk Partisinin (PPP) peşine takmayı düşünmeleri mümkündür. Derin toplumsal kriz koşullarında, PPP içinde keskin bir sağ-sol kutuplaşmasına ve krize zemin hazırlanacaktır. Bu Pakistan Marksistleri için büyük fırsatlar yaratacaktır. Pakistan devrimi için perspektifler, dünya çapında Marksistlerin gündemine yerleşmelidir. Pakistanlı Marksistlerin taktiklerine, sloganlarına ve programlarına özenle dikkat etmeliyiz.

Türkiye

Avrupa ve Asya’ya oturarak kilit bir coğrafi konumda bulunan Türkiye, sadece emperyalizm için değil dünya proleter devrimi için de stratejik bir konum işgal ediyor. Güçlü ve militan işçi sınıfıyla Türkiye, devrimin zaferiyle son bulabilecek muazzam sınıf mücadeleleri dönemlerinden geçmiştir. Fakat Moskova bürokrasisinin çizgisini takip eden Stalinistlerin yanlış politikaları, 1980’de işçi sınıfının en kanlı yenilgisine yol açmıştır.

Batı tarafından ılımlı bir rejim olarak tarif edilen kanlı 12 Eylül askeri diktatörlüğü çözülse de, mirası bugüne kadar devam etmiştir. Bununla birlikte yozlaşmış ve çürümüş Türkiye burjuvazisi, toplumun temel sorunlarını çözememiştir. Proletaryayı muazzam ölçüde güçlendiren önemli ekonomik ve sınai gelişime rağmen, Türkiye kapitalizminin temeli halen zayıf ve istikrarsızdır. Bu bir yandan sürekli politik istikrarsızlıkta ve öte yandan da mali ve ekonomik krizlerde yansımasını bulmuştur.

Türkiye şu anda, daha önce hiç görmediği şiddette bir ekonomik kriz içindedir. İşsizlik inanılmaz oranlarda artmıştır ve bu kriz kapitalist dünya ekonomisi bir resesyon içindeyken patlak verdiğinden, Türkiye kapitalizminin kısa vadede bu krizden çıkması kolay değildir. Krizin sürmesinin politik ve sosyal alanlardaki etkileri, artan politik istikrarsızlık ve keskinleşen sınıf mücadeleleri olacaktır.

Türkiye proletaryasının özgül ağırlığının bin kat daha büyük olması dışında, Türkiye birçok açıdan Çarlık Rusya’sına benziyor. Türkiye kapitalizminin temel zayıflığı, dış borcuna yansıyor. 2001’de GSMH’si yalnızca 145 milyar dolarken, 150 milyar dolar dış borcu vardı. Türk lirası, dolara aşırı derecede bağlı ve onun karşısında güçsüz durumdadır. Diğer benzer ülkelerle birlikte, dünya pazarlarındaki çalkantılar, 2000 yılının sonundaki çöküşte görüldüğü gibi Türkiye’yi feci şekilde etkiledi.

Bir çıkış yolu bulmakta umutsuz olan Avrupa yanlısı burjuva kesim, AB’ye girmeyi tek çözüm olarak görüyor. Bu yaklaşım burjuvazi açısından doğru olsa da, bunu başarmanın son derece zor olduğu kanıtlanmıştır. Üstelik Türkiye’nin içinde bulunduğu bölge yeni ve patlamalı gelişmelere gebedir.

Dünyadaki genel durum Türkiye’nin kaderini doğrudan etkilemektedir. Türkiye’nin kendisi zayıf bir emperyalist güçtür, fakat İsrail’le birlikte ABD emperyalizminin ajanı gibi davranan, bölgesel ölçekte bir süper-güçtür. Washington, Orta Doğu ve Afganistan planlarının parçası olarak, kendi askeri maceraları için, özellikle de Irak’ta, Türkiye’yi kendi maşası olarak kullanmaya çalışıyor. Bir askeri maceraya destek vermesi karşılığında, Amerikan emperyalizminin Türkiye’ye Irak’ın bir bölümünü, örneğin Kuzey Irak’taki Musul ve Kerkük petrol alanlarını vaat etmiş olması çok muhtemeldir.

Hiç şüphe yok ki Türkiye, 11 Eylül sonrasının uluslararası konjonktürü içinde, ABD sayesinde elini güçlendirmiştir. Bölgede güçlü bir NATO üyesi olan Türkiye, Batı Avrupa ülkeleri tarafından gözardı edilemez. ABD, bu konumu politik olarak AB aracılığıyla, ekonomik olarak IMF aracılığıyla pekiştirmeye çalışıyor.

Büyük emperyalist güçlerin tasarımları ve beklentileri ne olursa olsun, olayların kendi mantıkları vardır. Balkanlar, Orta Doğu ve Avrasya’ya ilişkin planlar yapmakla meşgul olan emperyalist stratejistler, dışarıdaki bu gelişmelerin içerde yaratacağı şiddetli yansımaların ve sınıf mücadelesi üzerinde yaratacağı etkinin farkında değillerdir, özellikle de sınıflar arasındaki ilişkilerin oldukça istikrarsız olduğu Türkiye’de. İşçi sınıfı 1980’deki korkunç yenilgiden bu yana kesin bir tarzda harekete geçmemiştir. Fakat bu geçici atalet devam etmeyecektir. Politik rejimin krizi Türkiye kapitalizminin derin ve çözümsüz krizinin bir ifadesidir ve bu er ya da geç kitlelerin hareketinde ifadesini bulmak zorundadır.

Türkiye proletaryası çok güçlüdür ve devrimci geleneklere sahiptir. Nice eziyet ve yasaklardan sonra işçi sınıfı halen sendikal düzeyde örgütsüzdür ve parlamento incir yaprağıyla örtünmüş olan asker-polis rejimine karşı korkusunu da aşabilmiş değildir. Burjuvazinin saldırgan sendika karşıtı politikalarından dolayı sendikalaşma oranı %7’ye kadar düşmüştür. Bununla birlikte işçi sınıfı geçmiş yenilgilerden kurtulmaya başlıyor, yeni bir sınıf savaşçıları kuşağı ortaya çıkıyor. Belli bir aşamada, sınıf mücadelesinde yeniden bir canlanma olacak ve bu sadece Türkiye’deki durumu değil bölgedeki durumu da baştan aşağı değiştirebilecektir.

Türkiye’deki bir devrimin şok dalgaları derhal İran, Irak, Yunanistan, Kıbrıs, Rusya, Orta Doğu ve Balkanlar’ı da etkileyecektir. Türkiye işçi sınıfının muazzam gücü dikkate alındığında, devrim, 1917 Rus devrimine benzer fakat çok daha üst düzeyde bir klasik proleter devrim biçimini kolaylıkla alabilir. Eğer proletarya içinde kök salmış ve diğer ülkelerin işçi ve köylülerine kendi örneğini takip etmesi için enternasyonalist bir çağrı yapacak gerçek bir Marksist-Leninist parti varsa, bu garanti altına alınacaktır.

Kıbrıs

ABD bir kez daha Kıbrıs sorunu konusunda Türkiye ile Yunanistan’ın anlaşmaya varmasına aracılık etmesi için AB’ye baskı uygulamaya çalışıyor. Fakat konuşmak yapmaktan daha kolaydır. Söylemeye gerek yok ki, bizler Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini savunuruz. Çeyrek yıllık bir bölünmeden sonra sorun çözülmeden duruyor. Kıbrıs’ta hem Rum hem de Türk tarafı, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın herhangi bir müdahalesi ve provokasyonu olmadan barış içinde yaşamak istiyor. Türkiye’deki halkın büyük bir bölümü de Kıbrıs sorunundan yılmış durumda. Türk halkı barışçıl bir çözümden yana ve hükümetin ve MHP gibi faşist partilerin provokasyonlarına karşı. Türkiye’nin AB’ye girmesine can atan liberal burjuvazi ise Kıbrıs’ın güney ve kuzey taraflarının birlikte AB’ye girmesinin Türkiye’nin yararına olacağını vurguluyor.

Kuzey Kıbrıs’taki işçiler hiç şüphe yok ki Türkiye’nin postalı altında kalmaktansa birleşik bir Kıbrıs’ı, hatta AB zemininde birleşmiş bir Kıbrıs’ı tercih ederler. Türkiye’nin işgali onlara baskı ve yoksulluktan başka bir şey getirmedi. 15 Kasım 1983’te “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”nin ilânı, Kuzey Kıbrıs’ı tümüyle Türkiye’nin insafına bırakmaktan başka bir işe yaramadı. Adanın bu kesimi, mafyanın ve kara paranın hüküm sürdüğü ve halkın geçim araçlarının kuruduğu bir duruma düştü.

Bununla birlikte, yeniden birleşmeye karşı çıkan güçlü çıkar çevreleri var. Geçmişte Rum egemenliği altında uğradıkları baskılar, Kıbrıslı Türklerin anılarından silinmiş değildir. Türk egemen sınıfın en gerici kanadının desteğini alan Denktaş açıkça birleşmeye karşıdır. Eskiden İngiliz sömürge yönetiminin savcı vekili olan bu zat, 27 yıldır adada Türkiye’nin sömürge valiliği rolünü oynamakta ve karşıtlarını susturmak için entrikalara başvurmaktadır. Halkın anlaşmaya doğru adım attığı her seferinde, sonunda anlaşma sabote ediliyor ve halkın umudu kırılıyor.

Önemli çıkarlar söz konusu olduğu için, sallantılı bir anlaşmaya varabilmeleri teorik olarak dışlanamaz. Fakat bu hiçbir şekilde kesin değildir. Denktaş ancak kendisine etkin bir kontrol bırakacak olan gevşek bir konfederasyona tahammül edecektir. Kıbrıslı Rumların istediği bu değildir. Diğer yandan geri dönüş hakkı, mülkiyet hakları, Türk yerleşimciler sorunu ve hepsinden önemlisi Türk ordusunun varlığı sorunu vardır. Türkiye’nin AB’ye üyelik sorunu da bir çözüme ulaşmaktan uzaktır. Ve Türk gericiler, Türkiye’nin tutumunun yumuşamasını savunanları “Kıbrıs’ı satmakla” suçluyorlar ve Kıbrıs Türk kesiminin ilhakını savunuyorlar.

Eninde sonunda Kıbrıs’ın kaderini Yunanistan ve Türkiye’deki devrimlerin kader belirleyecektir. İşçi sınıfı için tek gerçekçi çözüm, tüm adayı kucaklayacak olan sosyalist bir federasyonun kurulmasıdır. Fakat Kıbrıs devriminin kaderi Yunanistan ve Türkiye’deki devrimlere bağlı olduğundan, hedefimiz Türkiye’yi ve Yunanistan’ı da içeren daha geniş bir sosyalist federasyon kurmak olmalıdır.

Orta Doğu

Orta Doğu’daki durum son derece kırılgandır ve ABD’nin askeri harekâtlarıyla daha da istikrarsızlaşması muhtemeldir. Afganistan’a saldırmakla tatmin olmayan ABD emperyalizmi, gözlerini sürekli başka kurbanlara dikiyor. Egemen çevrelerin bir kesimi Irak’a saldırmak istiyor. Bununla birlikte, Irak’a karşı yapılacak olan yeni bir saldırı tüm Orta Doğu’yu bir kaosun içine sokacaktır. Petrol fiyatları yeniden yükselecektir ve bu da dünyadaki ekonomik krizi şiddetlendirecektir. Çileden çıkmış Arap kitleler sokaklara dökülecek ve bu da Arap rejimlerini birbiri ardına istikrarsızlaştırmakla tehdit edecektir. Amerikan elçilikleri ve ekonomik çıkarları her yerde saldırıya açık hale gelecektir. Amerikan yanlısı Suudi rejiminin devrilebilmesi bile olasıdır. ABD acımasızca daha geniş çaplı askeri müdahalelere girebilir.

Afganistan’daki savaşın ve İsrail-Filistin sorununun kanayan yarasının yol açtığı istikrarsızlığa şimdi de petrol fiyatlarının düşmesi eklenmiştir. 300 milyar dolar dış borcu olan Suudi Arabistan için bu hayati bir sorundur. Suudiler, OPEC’in petrol fiyatını yüksek tutmak amacıyla petrol üretimini kısma politikasını desteklemesi için Rusya’ya bel bağlıyor. Fakat Rusya kendi çıkarlarını izlemeyi tercih ediyor ve işbirliğini reddediyor. Petrol fiyatlarının düşmesi sadece Suudi Arabistan’ı değil petrol üreten tüm ülkeleri, Venezuela’yı, İran’ı, Ekvator’u, Cezayir’i, Meksika’yı, Endonezya’yı da etkiliyor. Tüm bu ülkeler devrimci gelişmelerle yüz yüzeler.

ABD emperyalizmini asıl telâşa düşüren, Suudi Arabistan’daki durumdur. Washington’dan gelen yoğun baskılar sonucu Suudi rejimi, dostu Taliban’la tüm ilişkilerini kesti ve genel olarak Amerikalıların tüm isteklerini yerine getirdi. Fakat Washington’un Suudi yardakçılarının bile sınırları vardır. Suudi Arabistan’daki rejim istikrardan uzaktır. Büyük petrol gelirlerine rağmen, rejim geçmişte vatandaşlarına bol keseden verdiği tavizleri daha fazla verecek durumda değildir. Huzursuzluk ve çürümüş egemen kliğe yönelik eleştiriler artmaktadır. Kraliyet ailesi içindeki bölünmeler ve kavgalar toplumdaki bu huzursuzluğun yansımasıdır. Müslüman bir devlete karşı ABD askeri harekâtını açıkça desteklediği görülen rejim için bu son nokta olabilir. Her zaman olduğu gibi Amerikan emperyalistleri inanılmaz derecede beceriksiz davranmışlardır. ABD birliklerinin İslamın doğduğu ve onun en kutsal yerlerini barındıran Suudi Arabistan’da konuşlandırılmış olması tam bir aptallıktır ve son derece gereksizdir. Şimdi de, Irak’a saldırırken ülkenin hava üslerini kullanmalarına izin vermeleri doğrultusunda Suudilere baskı uygulayarak –ki bu onlardan intihar etmelerini istemekten beterdir– asıl hatayı daha da artırıyorlar. Aptalca hataları sayesinde, Suudi rejimini uçurumun kenarına itmekte gayet başarılı olabilirler.

Suudi kraliyet ailesi, viski, hızlı arabalar ve pahalı fahişelerle tamamlanan Batılı yaşam tarzını, kısmen katı Vahabi mezhebine bağlılığından kaynaklanan yaygın bir dinsel Puritanizm imajıyla birleştiren gerici bir kliktir. Ne zaman bir halk kargaşası tehdidi hissetseler, ya din adamlarının en muhafazakâr kesimine yaslanarak din kartını oynuyorlar ya da onyıllardır utanmadan kendi çıkarları için sömürdükleri Filistin konusunda bağırmaya başlıyorlar, üstelik sürekli Amerikan emperyalizmini desteklerken. Suudi Arabistan’daki din adamlarının en gerici kanadının muazzam gücü, doğrudan kraliyet ailesinin bu ahlâksız manevralarının ürünüdür. Kraliyet ailesi, Afganistan’da ve Körfez’de “komünizme karşı savaşta” –Amerikalılarla yakın ittifak halinde– aktif bir rol oynadı ve son günlere kadar Taliban’ı finanse edip arka çıktı. Ailesinin kraliyet elitiyle bağı olan Suudi milyoner Usame bin Ladin bu çevrenin ürünüdür. Şimdi onlara musallat olmak için geri geldi. Bir yandan Washington’un öte yandan İslamcı gericilerin basıncı altında kalan Suudi rejimi, örs ile çekiç arasında sıkışmış durumdadır. Geleceği şimdi daha önce olmadığı kadar belirsizdir.

Filistin sorunu

Bu yüzden tüm Orta Doğu karışık durumdadır. Filistinlilerin İsrail tarafından ulusal baskıya uğraması rüzgâr ekmiştir ve kimsenin kontrol edemeyeceği bir fırtına biçmiştir. Tel Aviv’deki egemen klik, şiddetli baskı, katliam ve yok etme politikalarını izlemeye devam ediyor. Oslo ve Madrid Antlaşmalarının hain sahtekârlığı, onun gerçek yüzünü sergilemiştir.

ABD emperyalizminin Orta Doğu’daki çıkarları İsrail ile sınırlı değildir. Hesapları için çok daha önemlisi Arap bölgelerindeki petroldür ve kan insan vücudu için ne kadar yaşamsalsa o da ABD ekonomisi için o kadar yaşamsaldır. Bu yüzden, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, Washington Filistinlilere taviz vermesi için Tel Aviv’e baskı uygulamaya başladı. Bununla birlikte, son tahlilde İsrail, ABD’nin Orta Doğu’daki tek güvenilir müttefikidir ve ne zaman seçmek zorunda kalsa kesin bir şekilde Filistinlilere karşı İsrail’in yanına geçmiştir.

Ünlü “anti-terör koalisyonu”nu kurmakta acele eden Başkan Bush, Tel Aviv’i sıkıştırmaya istekli görünüyor. Washington’un bir Filistin devleti tasarlamaya hazırlanacağını açıklaması elbette Şaron’u kızdırmıştır. Kuşkusuz sözler ucuzdur ve farazi “Filistin devleti”ne ilişkin hiçbir ayrıntı verilmemiştir. Bu yüzden Filistin devleti, Kahire, Riyad ve Amman’daki hükümet çevrelerinin zonklayan sinirlerini yatıştırma niyeti taşıyan bir propaganda düzeyinde kalmaktadır.

Amerikan emperyalistleri Filistin sorununda kinik bir tutuma sahiptir. Onları ne İsraillilerin ne de Filistinlilerin kaderi ilgilendiriyor, tek ilgilendikleri şey kendi çıkarlarıdır. Washington, “teröre karşı savaş”ında Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan’ın desteğine ihtiyaç duyduğu için, Şaron’a baskı yapmayı denedi. Amerika, kendi koalisyonunu desteklemelerine ihtiyaç duyduğu “ılımlı” Arap devletleri üzerinde yaratacağı etkilerden korktuğu için, İsrail’in Filistin’e vurmaya devam etmesine izin veremez. İsrail gönülsüzce rıza gösterdi, fakat “ateşkesler” anında yeni katliamlar, provokasyonlar ve karşı-provokasyonlarla bozuldu. Son olarak, Hamas tarafından gerçekleştirilen intihar saldırıları, Şaron’a daha sert vurması için gereken bahaneyi sunmuştur. Amerika suskunluğa bürünmüştür.

İsrail tarafından her gün korkunç şekilde cezalandırılmasına rağmen, Batı Şeria ve Gazze’deki ayaklanma bitme sinyali vermiyor. Fakat mevcut hareket sonsuza kadar süremez. Eğer gerçek bir Marksist önderlik olsaydı, İntifada ulusal bağımsızlık mücadelesini İsrail ve Filistin’in sosyalist federasyonu fikrine bağlayacak olan bir devrime yol açabilirdi. Filistin bölgelerini savunmak için devrimci ve proleter askeri yöntemler kullanılırken, sıradan İsrailli askerlere, işçilere ve gençlere yönelik propaganda yürütülürdü. Bunun yerine, hareket, canlı bomba eylemlerine ve İsrailli sivillere karşı anlamsız saldırılara saptırılmıştır.

Terörist saldırıların ortaya çıkmasının temel sorumluluğu, Filistinli sivillere yapılan gelişigüzel saldırılar da dahil olmak üzere, muazzam güç kullanımına dayanan bir yayılma politikası güden İsrail emperyalizmine aittir. İşgal edilmiş bölgelerde (Batı Şeria ve Gazze şu anda fiilen İsrail işgali altındadır) yaşanan günlük rutin baskı, Filistinli gençleri gözü dönmüş bir şekilde bireysel teröre başvurmaya itiyor. Bu Filistinliler için bir felâkettir. Eğer bu durum bir yıpratma savaşıyla son bulursa, Filistinliler İsraillilerden çok daha fazla kayba uğrarlar. Filistinliler şu ana kadar yaklaşık 800 insan kaybetmişken İsrail’in kaybı çok daha azdır. Bu temelde İntifada ölüme yazgılıdır. Tek umut, gerici Siyonistlerle İsrailli kitleler arasına bir ayrım çizgisi çekmek olacaktır. Tüm İsraillilere gerici bir yığın gibi davranmak, kesinlikle İntifadanın yenilmesine yol açar.

Bir şey kazandırmayan boş bireysel terör yöntemleri yerine, yalnızca farklı politik gruplardan milisler ve Filistin Yönetiminin polisleri değil, kitleler silahlandırılmalıdır. Bizler, okullarda, fabrikalarda, mahallerde, köylerde vb. silahlı öz savunma gruplarının kurulmasını savunuyoruz. Bunlar, gösterileri ve Filistin direnişinin diğer kitle eylemlerini korumanın yanı sıra, Filistinlileri Tsahal (İsrail ordusu) ve benzeri İsrail gizli servis teşkilâtlarının silahlı saldırılarına karşı da korumak amacıyla, işçilere, öğrencilere, esnafa ve yoksul köylülere dayanan seçilmiş komiteler aracılığıyla demokratik olarak kontrol edilmelidir Fakat Filistinliler bizzat İsrail içinde sağlam destek noktaları kuramazlarsa, bu önlemlerin hiçbiri başarılı olamaz. İntifadanın ilerleyebilmesi için tek yol enternasyonalist bir sınıf politikasıdır.

Mevcut temelde bir çıkış yolu mümkün değildir. Amerikalı emperyalistlerin bir anlaşmaya vardıklarını düşündükleri her seferinde, antlaşma yüzlerine patlıyor. Orta Doğu’daki istikrarı durmadan tehdit eden ve bölgeyi savaşa sürükleyen yeni ve kanlı kargaşalarla eninde sonunda kesilecek olan geçici anlaşmalarla birlikte çatışma devam edecektir. Bu sorunun kapitalist temelde bir çözümü yoktur. Sahne yeni kargaşalara hazırlanmış durumdadır, özellikle de Amerika Irak’a askeri saldırıyı başlattığında.

Filistinlileri pasifize etme çabası içindeki Amerikalılar, bir Filistin devletinin kuruluşunu görmeye hazır olduklarını ima etmişlerdir. Fakat bu bir tuzaktır. Eğer kapitalist temelde bir Filistin devleti kurulsaydı, sadece İsrail’in kukla devleti olurdu. Bu hiçbir şeyi çözmeyip, mevcut şiddet çemberinin devam etmesi anlamına gelirdi. Filistinlilerin, Yahudilerin, Dürzilerin, Kıptilerin, Kürtlerin, Ermenilerin ve diğer ulusal grupların tam özerkliğini içeren bir Orta Doğu sosyalist federasyonun kurulmasına yol açacak bir Orta Doğu devrimi olmaksızın kalıcı bir çözüm mümkün değildir.

Doğu Asya

“Teröre karşı savaş”ın cephe hatlarından biri de Doğu Asya’dır. 11 Eylül’ü bir bahane olarak kullanan Bush, Amerika’nın Doğu Asya’daki askeri harekât alanını sadece Filipinler’e değil Malezya ve Endonezya’ya da yaymak istiyor. Filipin başkanı Macapagal-Arroyo, Filipin hava sahasının kullanımını ve eski ABD Subick ve Clark deniz ve hava üslerini ABD’ye açtı. Washington, savaş birliklerinin ve “ABD’nin başını çektiği terörle savaşın ikinci cephesi” için seçkin Filipinli birimleri eğitmek üzere gönderilen askeri danışmanların sayısını artırdığını duyurdu.

Washington, başkan Macapagal-Arroyo’ya 100 milyon dolarlık yardım sözü verdi. Aynı şekilde Endonezya başkanı Megawati’ye toplam 657,4 milyon dolar verme ve Eylül 1999’da Doğu Timor’da yaşanan kargaşa nedeniyle bozulan askeri ilişkileri tekrar canlandırma sözü verdi. Malezya başbakanı Mahatkir de, 13-16 Mayıstaki ABD ziyareti sırasında askeri işbirliği konusunu görüştü. Bu şekilde bütün bölge bir çatışma içerisine çekiliyor. Bunun her yerde istikrarsızlığı artırıcı bir etkisi olacak ve yeni kabarmaların yolu döşenecektir.

Filipinler’deki Ebu Seyyaf ve Endonezya’daki Laskar Cihad gibi genellikle terörist taktikler kullanan köktendinci grupların etkinlikleri, daha büyük emperyalist müdahalelere bahane oluşturuyor. Singapur da aşırı İslamcıların terörist saldırılarına maruz kalıyor. Köktendincilerin bu ülkelerin herhangi birinde iktidarı almak yönünde doğrudan bir tehdit oluşturmamalarına rağmen, Washington bu grupların bölgeye istikrarsızlık getireceğinden ve Amerikan büyük sermayesinin çıkarlarını tehlikeye sokacağından endişeleniyor. Pasifik Okyanusunu Hint Okyanusuna ve Orta Doğu’ya bağlayan deniz yolları üzerindeki ülkelerin konumu çok daha önemlidir. Eğer Filipinler ve Endonezya daha fazla bölünürse, bu, ABD’nin Çin karşısındaki başlıca müttefikleri olan Japonya, Güney Kore, Singapur ve Tayvan’ın hasta ekonomileri için büyük bir tehdit olacaktır.

Tüm Amerikan manevralarına, Çin’i bastırma girişimleri ışığında bakılmalı. ABD, Pasifik’teki hegemonyasına Çin tarafından meydan okunduğunu görüyor. Sonuç olarak Bush, Çin’in konumunu “stratejik ortak”tan “stratejik rakip”e çevirdi. Washington, Pekin’in bölgenin en büyük güçleri üzerindeki kıskacını artırarak Pekin’e karşı koyabilmeyi istiyor. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld ve Dışişleri Bakanı Colin Powell, ABD ile onun üç temel Pasifik müttefiki –Avusturalya, Güney Kore ve Japonya– arasında çok taraflı bir güvenlik ilişkisi oluşturmaya çalışıyorlar. Amerika’nın Filipinler’e, Malezya’ya ve Endonezya’ya (ASEAN’ın tüm bileşenleri) yönelik girişimleri de aynı planın parçasını oluşturuyor.

Son süreçte, istikrarsız diktatörlük rejimlerinden ağzı yanan ABD emperyalizmi, desteğini “reform yanlısı demokratlara”, yani emperyalizm yanlısı ulusal sanayi reformunun (holdingler), özelleştirmelerin, ekonominin açılmasının vs. gerçekleştirilmesi doğrultusunda emperyalizmin baskı uygulayabileceği zayıf demokrasilere kaydırdı. Bugün “terörle savaş”ı bir bahane olarak kullanıp ordunun desteklenmesine aşamalı bir geri dönüşün yaşandığını gözlemliyoruz. Bu politika kaçınılmaz olarak emperyalizme karşı şiddetli bir tepkiye yol açacak ve birbiri ardına pek çok ülkede yeni devrimci olanaklar açacaktır.

Bölgedeki genel istikrarsızlık, “Asya kapitalizminin” uzayan krizinin bir yansımasıdır. Eskinin Kaplan ekonomileri derin bir krize batmış durumdadır. Yüksek derecede sanayileşmiş ülkeler statüsüne ulaşma umutları, özünde Japonya’nın artı sermayesi tarafından desteklenen bir aşırı yatırım (aşırı üretim) krizi olan 1997-98 Asya kriziyle birlikte yok oldu. Tayvan ve Singapur gibi bazı ekonomiler, 1990’ların sonlarında bilişim sektöründe yaşanan boom sayesinde toparlanmayı başardılar, fakat 2001’de dünya resesyonunun gelmesiyle keskin bir iniş yaşadılar. Son dönemdeki sanayileşmenin bir sonucu olarak proletaryanın daha önce hiç olmadığı kadar güçlü olduğu bir zamanda, kitlelerin hoşnutsuzluğu büyüyor.

Güney Kore

Güney Kore, 1998’deki %6,7’lik GSMH düşüşünden hızla kurtulmuş görünüyordu. 1999’da %10,7’lik yüksek bir büyüme oranına ulaştı, bir sonraki yıl ise %8,8’lik bir büyüme yakaladı. 2000’de bu büyüme ancak %3’e ulaştı. Kısa ekonomik iyileşmeye rağmen, en yoksul %20’nin ortalama geliri 1997’den 2000’e %5,3 düşerken, en zengin %20’ninki %11 arttı. 2000 Ekiminde, asgari ücret, 29 yaşındaki bir kişinin “temel yaşam giderlerinin” sadece %53,1’ini karşılıyordu. Çalışma Bakanlığı verilerine göre (daima gerçekte olduğundan daha düşüktür), sanayi kazaları ve işle ilgili hastalıklar 1999’da 55.405 iken 2000’de 68.976’ya yükselmiştir. Kamu sektörü, hükümetin yapısal uyum politikasının doğrudan hedefiydi. Sonuç olarak 1998’den 2000’e, kamu sektöründe toplam 131.000 (%18,7) işçi işini kaybetti. Bütün bunlar, IMF tarafından dayatılan emperyalist “yapısal uyum programı”nın parçasıdır.

Bu rakamlar boomun en yüksek noktasındaki durumu gösteriyor. Yeni dünya resesyonunun ilerlemesiyle birlikte işsizlik şimdiden artmış ve sermayenin ve devletin tutumu daha da uzlaşmaz hale gelmiştir. Kim Dae Jung rejimi militan sendikaları yok etmeye kalkmıştır. KCTU’nun grevlerinin ve kitle seferberliklerinin bir sonucu olarak, KCTU’nun lideri Dan Byung-ho tutuklanmıştır.

Büyük sermayenin planları kitlelerin direnişiyle karşılaşmıştır. Denklemdeki en önemli unsur proletaryanın önder rolüdür. Koreli işçiler, son birkaç yılda, grevler, genel grevler ve polisle çatışmalarla birlikte kahramanca bir mücadele yürüttüler. Otomobil işçileri, elektrik işçileri, demiryolu ve gaz işçilerinin tümü militan grev hareketine katıldılar. Toplumun ruhsal durumu gittikçe radikalleşiyor. Bir araştırma Korelilerin %86’sının özelleştirmeye karşı olduğunu gösterdi. Bu grevlerin birçoğu hükümetin özelleştirme planlarına karşı yapıldı.

Aşağıdan gelen basınç KCTU’yu, özelleştirmeye ve liderlik tarafından boşa çıkartılan devlet baskısına karşı koymak için elektrik işçileriyle dayanışma içinde genel grev çağrısı yapmaya zorladı. Bununla birlikte sendikalar içinde bir mayalanma var. Daha ılımlı liderlerin kenara itilmesiyle birlikte, sendikaların dönüşümünün ve sınıf mücadelesinde yeni bir yükselişin yolu hazırlanıyor.

Koreli işçilerin yüksek bilinç ve militanlık düzeyi, KCTU’nun Afganistan’daki savaşa karşı çıkmak ve bir işçi partisi ihtiyacı (Demokratik Emek Partisi) gibi siyasal talepler yükseltmesinde yansımasını buluyor. Bu onun, sözde Üçüncü Dünya ülkelerindeki en güçlü sendikalardan biri olmasını sağlıyor. Tabanın muazzam mücadeleci ruhu ve şevki, bir kez mücadele içinde örgütlenirse, sadece Güney Kore’de değil tüm Asya’da işçi sınıfı içinde varolan muazzam devrimci potansiyeli gösteriyor. Bu işçiler dinçtirler, Avrupa’daki işçi hareketinin oportünist alışkanlıklarına ve rutinliğine bulaşmamışlardır. Devrimci fikirlere açıktırlar. İhtiyaç duyulan tek şey ise işçi sınıfı ve sendikalar içinde kök salmış örgütlü bir Marksist akımın oluşturulmasıdır. Toplumun sosyalist dönüşümü için Marksist bir programla silahlandığında, Kore proletaryasının hareketini dünyada hiçbir güç durduramaz.

Chun Doo Hwan’ın askeri diktatörlüğünün devrimle yıkılmasından bu yana, Koreli işçiler ve öğrenciler uzatmalı bir devrim ve karşı-devrim döneminden geçtiler. 1987-89 devrimci yılları 1905 Rus Devrimiyle karşılaştırılabilir. Eğer Koreli işçiler ve öğrenciler Bolşevizmin yöntemlerini dikkatle incelerlerse ve onları mevcut duruma uygularlarsa, Kore işçi sınıfı 1917’dekine benzer bir klasik işçi devrimini hiç de uzak olmayan bir gelecekte başarabilir. Böyle gerçek bir sosyalist devrimin, işçilerin Kuzey’deki yoldaşları ve Çin, Endonezya ve diğer Asya ülkelerinin çabuk toparlanan işçi sınıfları üzerinde derin bir etkisi olurdu. Güney Kore bölgede kilit bir ülke konumundadır. Bolşevik bir programla silahlanmış Koreli işçiler, Asya işçi sınıfının zafere ulaşmasını sağlarlardı.

Endonezya

Gaddar Suharto diktatörlüğünün 1998 Mayısında devrilmesinden üç yıl sonra, devrimci süreç hızını yitirmiş görünüyor. Üç yıl içindeki üçüncü hükümet olan yeni Megawati hükümeti, kendi partisi olan Endonezya Demokratik Partisi ile Suharto’nun eski iş arkadaşları, eski rejimin bürokratları ve güçlü askeri hizip arasındaki sallantılı bir koalisyonu ifade ediyor. Megawati’nin başkanlığı, devletin tepesindeki derin politik krizin doğrudan sonucudur. Bu kriz sözde reform yanlısı bir din adamı olan Vahid’in uzaklaştırılmasına yol açmıştır.

Yeni Düzenin çöküşüyle birlikte kaybettiği konumunu tekrar kazanmaya çalışan ordunun da yardımıyla, Megawati hükümeti toplumun üzerinde geçici bir istikrar ve dengeyi temsil ediyor. Bu, artık eski tarzda yönetemeyen burjuvazinin, ülkeyi yönetmek için yeni bir yol bulma girişimidir.

Sürünür haldeki ekonominin, yakıcı ulusal sorunun ve en önemlisi genç ve halen deneyimsiz olan işçi sınıfının en temel sorunlarına çözüm bulamadıkça, Megawati hükümetinin istikrar görüntüsü hızlı bir şekilde parçalanacaktır.

Güçlü ordu desteğine rağmen, Megawati hükümeti Suharto diktatörlüğünün bir kopyası değildir. Mevcut durumda açık bir askeri diktatörlüğe geri dönmek burjuvazi için mümkün değildir. Bu doğrultudaki her girişim, kafası karışık kitleleri hareket geçirecektir ve ülkeyi dağılma noktasına getirecektir. Böyle bir durum, devrimci süreci kamçılayacaktır.

Vahid hükümeti, ardı arkası kesilmeyen yeni bileşimler, bölünmeler, her biri zıt yönlere çeken farklı hizipler yüzünden kalbura çevrilmişti. Devletin başındaki Vahid’in kararsız liderliği, birkaç kez felç geçirmiş, fiziksel olarak zayıf ve kör bir adamın kişisel handikapları diye açıklandı. Fakat onun fiziksel durumu, Endonezya’daki burjuva sınıfın durumunun küçük bir modeliydi. Bu durum, Endonezya’da kapitalizmin genel çıkmazını ve toplumu ileriye taşıma yeteneksizliğini yansıtıyordu.

Endonezya, Güney Asya’da kapitalizmin en zayıf halkası olma sıfatını hak ediyor. Devlet aygıtı içindeki farklı hizipler arasındaki çekişme, devletin tepesinde tehlikeli bir kilitlenmeyi tahrik etti. Bu durum, yeni istikrarsızlıklara ve burjuvazi için çok daha tehlikeli olan, kitlelerin bu çatışmaya giderek daha fazla dahil olmasına yol açtı.

Solun büyük bir bölümü, sivil toplum kuruluşları ve özellikle de PRD, utanç verici bir şekilde, reform yanlısı ve “ilerici” bir burjuva unsur olarak gördükleri Vahid hizbine destek verdiler. Bu, aynı eski Menşevik-Stalinist tutumdur. Gerçekte PRD, iş dünyasında ve devlet aygıtı içinde kendi eş-dost çevresinin çıkarlarını savunan, kinik ve kurnaz bir burjuva politikacısı için sol bir örtü görevi gördü. PRD liderliğinin cinai politikası, kendisini suçlamak isteyen asi parlamentoya karşı olağanüstü hal ilânını (düzeni tekrar sağlamak için askere ve polise tam yetki veren) desteklemeye kadar gitti. Bu politika sol içinde genel bir karışıklığa ve demoralizasyona yol açtı.

PRD’yi işçi sınıfı ve öğrenci gençlik arasında kitlesel bağımsız bir devrimci sosyalist güç olarak inşa etme fırsatı, son üç yıl içinde harcanmıştır. Bunun yerine PRD liderliği, “akıllı taktikler izleme” ve “gerçek demokrasiyi” getirecek olan varolmayan ilerici kapitalisti aramak için burjuva sınıfın tüm kesimleriyle “koalisyon inşa etme” ölümcül yolunu takip etti. Ne kendi güçlerini inşa etmeyi ne de işçi sınıfı hareketini ilerletmeyi başardılar. Gerçek devrimci gençlik, PRD politikasının trajik deneyiminden dersler çıkarmak ve Endonezya’da gerçek Marksizmin güçlerini inşa etmek zorundadır.

Aslında 1997’den beri durmaksızın devam eden çöküşe rağmen, işçi sınıfı kendini ifade etmeye başlamıştır. 2001 Haziranında IMF’nin kemer sıkma paketine karşı yapılan işçi protestosu, bu sürecin iyi bir örneğidir.

Yine de, sarsıcı karakterine rağmen, bir şey söylemek için henüz erken. Gerçekte Endonezya’daki devrim süreci halen ilk aşamalarındadır. Devrimci süreç uzayacaktır. Bu, Marksistlere kendi güçlerini inşa etmek için sınırsız bir zaman tanımamaktadır. Doğu Timor’daki, Maluku’daki ve takımadaların diğer bölgelerindeki barbarlığın ve etnik temizliğin çirkin yüzü, devrimci sosyalizm Endonezya’da baskın güç olmayı başaramadığı takdirde neler olacağını gösteriyor.

Afrika

Afrika’nın tümü bir karışıklık içindedir. Kıtadaki yaşam koşulları korkunçtur. Sadece bir örnek bu durumu göstermeye yeterlidir. Sahra Altı Afrika’da nüfusun sadece %2’si telefona ulaşabiliyor ve bunun yarısı da Güney Afrika’da. Ulusal sorun her yerde ortaya çıkıyor. Burada kilit önemde olan, temel olarak daha çok sanayileşmiş birkaç ülkede yoğunlaşan işçi sınıfıdır. Geçen yıl Nijerya’da, hükümeti petrol fiyatlarını geri çekmek zorunda bırakan 5 günlük genel grev sırasında, işçi sınıfının muazzam gücüne tanık olduk.

Bununla birlikte, Afrika ekonomisinin büyük bir kısmının son derece azgelişmiş doğasının bir sonucu olarak, tüm kıtanın gerçek kilidi, güçlü bir işçi sınıfının var olduğu Güney Afrika’dır.

Çok zor şartlar altındaki Güney Afrika’nın siyah proletaryasının hareketi, tüm dünya işçilerine ilham kaynağı oldu. Bu, Güney Afrika’da bir sosyalist devrime yol açabilirdi. Fakat Mandela ve diğerleri, beyaz yönetici klikle anlaştılar. Aslında teslim oldular. Gerici Apartheid rejiminin çökmesiyle, kitleler yekpare olarak ANC hükümetine oy verdiler. Onlar köklü bir değişim için oy verdiler. Fakat değişim umutları hızla dağıldı.

Geçmişte ANC, en azından lafızda, “sosyalist” bir politika savunuyordu. Şimdi, bütün “sosyalist” liderler gibi, kapitalizme teslim oldular ve piyasa ekonomisini ve özelleştirmeyi kabul ettiler. Hükümete duyulan hoşnutsuzluk yayılıyor. ANC, kasabalara içme suyu götürmek gibi işlerde bile verdiği sözü yerine getirmedi. Pek çok açıdan kitlelerin durumu eskisinden daha kötü: özelleştirme dalgası, su kullanımında bireysel sayaç uygulamasına geçilmesi (bu yoksul ailelerin sularının kesilmesi anlamına geliyor ve çoktan KwaZulu Natal’da kolera salgınına yol açmıştır), işsizliğin büyümesi vs.

Hatta bazı ANC’li belediyeler, ırkçılık karşıtı hareketin yaygın taktiklerinden biri olan hizmet bedellerini ödememe döneminden kalma elektrik borçlarını insanlara ödetmeye çalışıyorlar. Kasabalardaki insanlar bu borçları ödeyemedikleri için elektrik hizmetlerinden yararlanamaz haldeler. Bu, Soweto da dahil olmak üzere ülkenin her yerindeki kasabalarda çatışmalara neden olmuştur.

Mandela ve diğer ANC liderlerinin teslimiyetleri, Stalinistlerden aldıkları yanlış aşamalar teorisinin mantıksal ürünüdür. Kapitalist sınıfa çok az sayıda siyah katılsa da, onlar bir siyah burjuvazi yaratmaya çalışıyorlar. Tüm sözde Siyah Ekonomiyi Güçlendirme programlarının yaptığı şey, bazı şirketlerin yönetimine cüzi sayıda siyahın atanmasının ötesine geçmemektedir. Yüksek oranda yoğunlaşmış Güney Afrika ekonomisine egemen olan bir avuç tekel, apartheid yılları boyunca ülkeyi işleten aynı beyaz kapitalistlerin elindedir. Şimdi ülke dünya ölçeğindeki resesyonun etkileriyle yüz yüzedir. Bu yılın başlarında 1 dolar 7,5 rand (Güney Afrika para birimi) iken, şu anda bir dolar 12 randdır.

ANC liderliği, kitleler pahasına zenginleşmeye kararlı bir siyah kariyeristler kliğini temsil ediyor. ANC ve COSATU liderleri devlet tarafından emilmiştir. Eski sendika lideri Cyril Ramaphosa milyoner olmuştur. Demokrasiye ilişkin güzel sözlere rağmen, gerçekte ülke IMF’nin ve Dünya Bankasının kapitalist politikalarını sadık bir şekilde takip eden Thabo Mbeki etrafındaki seçilmemiş klik tarafından yönetiliyor. Tüm kararlar bu klik tarafından alınıyor ve hiçbir soruya izin verilmiyor.

Fakat bu durum, ANC içinde gelecekte sınıfsal temellerde bir bölünmeye yol açabilecek çatlaklar meydana getirmiştir. Taban hoşnutsuz ve huzursuzdur. ANC’nin burjuva liderliğinden kopmayı talep eden bir kesimin yanı sıra, SACP da mayalanma halindedir. Giderek artan sayıda işçi ve genç, liderliğin çürümesi ve burjuva yanlısı politikaları benimsemesi nedeniyle şaşkın ve bıkkın durumdadır. Her şeyden önce, ANC liderliği ve COSATU arasında bir uçurum oluşacaktır. Sendika üyeleri, kamu ve belediye hizmetlerinin özelleştirilmesiyle hedef haline geldiler. Mevcut dünya ekonomik krizi daha fazla işten atma ve işsizliğin artması anlamına gelecektir. İşçilerin hükümete yönelik hoşnutsuzlukları artacak ve sınıf mücadelesinin şiddetlenmesine yol açacaktır.

Belediye işçilerinin halihazırda çok sayıda radikal grevi oldu ve COSATU 2001 Ağustosunda üç günlük genel grev çağrısında bulunmak zorunda kaldı. ANC ve özellikle SACP içinde gerçek bir Marksist eğilimin oluşması için büyük olanaklar ortaya çıkacaktır.

ANC, kamu görevlileri ve diğer görevlileri saymazsak büyük oranda boştur. Liderleri, sol bir örtü olarak SACP liderliğine yaslanıyorlar. Hükümet içinde SACP’lı bakanların olması, kaçınılmaz olarak sorulara ve eleştirilere neden oluyor. COSATU içinde, SACP’ın ANC hükümetinden çekilmesi talepleri dahi yükseltilmiştir. Fakat ANC politikalarına rağmen kitlelerin henüz bir alternatifi yoktur. Sonraki bir evrede ANC ve SACP içinde ayrılıklar olacaktır.

En acil ve yakıcı görev, Güney Afrika’da, ANC, SACP ve kuşkusuz COSATU gibi kitle örgütleri içinde gerçek bir devrimci politika için savaşacak olan Marksist kadroların ilk grubunu kurmaktır. ANC’nin kapitalist politikaları terk etmesini ve SACP’ın gerçek bir komünist program savunmasını talep etmeliyiz. İşçi sınıfının, işsizleri ve yarı proleterleri kendi arkasına çekerek iktidarı alması gerektiğini somut bir şekilde ileri sürmeliyiz. Güney Afrika’nın siyah proletaryası, Sahra Altı Afrika’nın en büyük işçi sınıfıdır. COSATU 1,8 milyon üyeye sahip müthiş bir güçtür. Doğru bir önderlikle, kolaylıkla iktidarı alabilirler ve toplumun sosyalist dönüşümüne başlayabilirler.

Güney Afrika ve tüm Afrika için şu anda tek ileri yol sürekli devrimdir. Güney Afrika bu yola girerse, bütün Afrika girecektir. Güney Afrika’daki bir sosyalist devrim tüm durumu derhal değiştirirdi. Zimbabwe’den, Angola’dan ve Mozambik’ten başlayıp Nijerya’ya, Kongo’ya ve diğerlerine yayılan bir devrim dalgasını harekete geçirirdi.

Bölüm Üç

Giriş

Dokümanın üçüncü bölümünde eski sömürge dünyaya özgü bazı sorunlarla ilgileneceğiz. Batıda proleter devrimin gecikmesi ve gerçek bir Leninist partinin ve önderliğin bulunmayışı nedeniyle, eski sömürge dünyadaki devrimler geçmişte çarpık bir biçim almıştır (proleter Bonapartizmi). Fakat Arjantin’de, Venezuela’da ve diğer ülkelerde gelişen devrimlerle birlikte, proletaryanın önder rolü gündemdedir.

Asya, Afrika ve Latin Amerika’da Devrim

Geçtiğimiz dönemde proleter Bonapartist rejimlerin krizine tanık olduk. Mozambik ve Angola, haydutlara arka çıkan ve silahlandıran Güney Afrika tarafından mahvedildi. Afganistan, gerici gerilla savaşına çekilmeden önce istikrarlı bir devlet kurmayı bile başaramadı. Etiyopya’daki rejim, ulusal sorunu çözmeyi başaramadığı için yıkıldı. Şimdi de Rusya’nın para yardımından yoksun kalan Küba ipin ucunda.

Emperyalizme karşı mücadele, ileri kapitalist ülkelerdeki süreçlerle birleştirilmedikçe anlaşılamaz. Batıdaki devrimin gecikmesi, eski sömürge ülkelerde köktendincilik ve proleter Bonapartizm (deforme işçi devletleri) gibi tuhaf sapkınlıklar yaratmıştır. Her yerde, devrimci sonuçları olacak derin bir kriz hazırlanmaktadır. Fakat asıl sorun öznel faktördür. Eğer işçi sınıfı Marksist bir partinin önderliği altında iktidarı almayı başaramazsa, her türlü tuhaf ve ucube çarpıklıklar muhtemeldir.

Yeni proleter Bonapartist rejimlerin olması mümkün müdür? Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra eskisi gibi bir model bulunmamaktadır. Bu önemli bir noktadır, ama kendi başına belirleyici değildir. SSCB ve Çin’deki geçmiş “sosyalizm” deneyimi, örneğin Latin Amerika’daki gerilla hareketlerinin liderleri için hâlâ çekici bir model oluşturabilir. Daha da önemlisi, Küba, Çin ve Vietnam var.

Gelecek dönemde yeni proleter Bonapartist devletlerin ortaya çıkması teorik olarak dışlanamaz. Bu koşullara bağlıdır. Özellikle bir ekonomik çöküş durumunda, bazı ülkelerde proleter Bonapartizmi yönünde bir hareket olabilir. Amerikan emperyalistleri bundan endişe ediyorlar ve haklılar. Elbette, güçlü bir işçi sınıfının var olduğu Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerden bahsetmiyoruz. Ama Kolombiya gibi daha geri ülkelerde bu bir olasılıktır.

Venezuela’da, eğer gerçek bir devrimci parti ve önderlik bulunsaydı, kitlelerin ayaklanmasıyla yenilgiye uğratılan gericiliğe yönelik hareketin ardından işçi sınıfı iktidarı alabilirdi. Fakat böyle bir önderlik mevcut değil. Eğer Chavez Marksist olsaydı, ütopik bir reformist olmasaydı, iktidar bir iç savaş olmaksızın sancısız biçimde işçilerin eline geçerdi. Fakat fırsat kaçırılmıştır: inisiyatif ABD emperyalizmi tarafından cesaretlendirilen ve yardım edilen burjuva karşı-devrime geçmiştir. Son derece baskıcı karaktere sahip bir burjuva Bonapartizmiyle sonuçlanabilecek yeni darbe girişimleri kaçınılmazdır. Bu perspektif, sınıf mücadelesinin önceden tahmin edilmesi zor olan akıbetine bağlıdır. Kitleler harekete geçmişlerdir ve dövüşmeye hazırdırlar. Fakat öznel faktör belirleyici olarak kalmaktadır. Her ne kadar Chavez, Castro hayranı olsa da, onun 1960’da yaptığını yapmamıştır. Castro, emperyalizme ve kapitalizme darbe indirmek, Küba kapitalistlerini mülksüzleştirmek ve proleter Bonapartist bir rejim kurmak için işçi sınıfına dayanmıştı.

Fakat böyle bir gelişme tamamıyla mümkündür ve gelecekte Venezuela, Kolombiya, Peru ya da Ekvador gibi ülkelerde gerçekleşebilir. Bir taraftan azgelişmiş kapitalist ülkelerde özellikle keskin biçim alan kapitalist sistemin açmazından, diğer taraftan öznel faktörün (parti ve önderlik) zayıflığından ya da eksikliğinden ve ileri kapitalist ülkelerdeki sosyalist devrimin gecikmesinden kaynaklanan bu tür gelişmelere hazırlıklı olmalıyız.

Bu sosyalizm değil, deforme bir işçi devleti, proleter Bonapartist bir rejim olurdu. Böyle bir rejime, emperyalizm karşısında eleştirel destek vermek zorunda olurduk, çünkü bu rejim kapitalizme göre ilerici olurdu –Çin ve Küba gibi. Fakat bunun sosyalizmle hiçbir ortak yanının bulunmadığını da açıklamak zorunda olurduk. Asıl görevimiz, proletaryanın önder rolünü, toplumun sosyalist dönüşümünü gerçekleştirebilecek tek sınıf olduğunu açıklamaktır.

Stalinist ve diğer küçük-burjuva gerilla hareketlerinin temel zayıflıklarından biri, onların ulusal sınırlılıkları ve enternasyonal bir perspektiften yoksun oluşlarıdır. Tek ülkede sosyalizm fikrinin gerici bir ütopya olduğu artık ortaya çıkmıştır. Rusya’da Stalinist bürokrasi, geri bir ülkede, dünya ekonomisinden kopuk bir şekilde “sosyalizmi inşa etme” vehmine kapılmıştı. Bu, rejimin korkunç totaliter yozlaşmasına ve en sonunda kapitalist restorasyona yol açtı. Aynısı Çin için de doğruydu. Eğer Çin ve Rusya gibi devasa ülkeler problemlerini bu yöntemle çözemedilerse, Kolombiya ve Venezuela gibi ya da hatta Arjantin ve Brezilya gibi küçük ve zayıf ekonomiler nasıl çözebilir?

El Salvador ve Nikaragua’daki devrimlerin sağlıklı işçi devletleri olarak sonlanma potansiyelleri vardı, ama onları açmaza sürükleyen gerillacılar tarafından yoldan çıkarıldılar. Fakat sağlıklı işçi devletleri olarak sonlansalardı bile, kendi sınırları içinde kitlelerin sorunlarını çözmeyi asla başaramazlardı. Sorunlarını ancak, devrimi önce tüm Orta Amerika’ya ve ardından Latin Amerika’nın geri kalanına yayarak çözmeye başlayabilirlerdi.

Enternasyonalist bir perspektif olmaksızın, Latin Amerika’nın ya da hatta Orta Amerika’nın sorunlarını çözmek imkânsızdır. Gerillalar iktidarı alsalar ve yeni proleter Bonapartist devletler kursalar bile, sorunların pek azı çözülebilir. Yaşadığımız çağda, dünya ekonomisinin ezici ağırlığı bunu imkânsız kılmaktadır. Küçük-burjuva gerilla liderlerinin dar milliyetçilikleri, çözüm üretmek için çok zayıf olan bu ülkelerin ekonomilerinin nesnel taleplerine aykırı düşmektedir.

Marksizmin zayıflığından dolayı gerillacı fikirlerde yeni bir diriliş olması mümkündür. Eğer gerillalar Kolombiya’da iktidara gelirlerse bu kaçınılmazdır. Her zamanki ampirizmleriyle ve ilkesizlikleriyle sektler, eleştirel olmayan bir destek verecekler ve öğrenciler arasında yanılsamalar yayacaklardır. Bu özellikle Latin Amerika’ya çok zarar verebilir. Bu kötü bir şeydir ve sorunları bir süreliğine karmaşıklaştıracaktır.

Eğer Latin Amerika’daki devrim Marksist bir temelde gelişseydi, süreç tümüyle farklı bir yol izlerdi. Ama bunun yerine, Mandel gibi sözde Troçkistlerden teşvik ve yardım gören küçük-burjuva unsurların etkisiyle, gerillacılık yoluna saptı. Bu yüzden, gerçek Marksistlerin gerillacılığa, terörizme ya da –terim olarak bir çelişki oluşturan ve farklı bir ad altında bireysel terörizm anlamına gelen– “şehir gerillacılığına” karşı amansız bir duruş sergilemeleri zorunludur. Ekvador devrimi, nüfusun büyük bir yüzdesini köylülerin oluşturduğu ülkelerde bile klasik bir devrimci sürecin potansiyellerinin bulunduğunun bir göstergesiydi.

Latin Amerika’da ve dünyanın diğer yerlerinde gerillacı eğilimlerin yeniden ortaya çıkmasına hazırlıklı olmalıyız. Bu küçük-burjuva hareketlerin sınırlarını açıklamalıyız ve onun karşısına, proletaryanın devrimci hareketini, bir işçi demokrasisi hedefini ve tek çözüm olan sosyalist dünya federasyonunun ilk adımı olarak Orta ve Güney Amerika sosyalist federasyonu hedefini koymalıyız. Bu açıdan Meksikalı yoldaşlar, Zapatistaların saçma fikirleriyle savaşarak muhteşem bir iş başardılar. Bu insanlar için kapalı bir kitap olan tarihten gerçek dersler çıkarmak zorunludur.

Eski sömürge ülkelerdeki devrim, Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’daki sosyalist devrime muazzam bir itki verebilir, özellikle de işçi sınıfının ve proletaryanın önderliği altında klasik biçim alırsa. Bu, güçlü bir proletaryaya sahip olan Arjantin ve Brezilya gibi ülkelerde tamamen mümkündür. Uygun bir önderlikle, bu ülkelerin işçi sınıfının 1917’nin yolundan giderek iktidarı almaması için hiçbir neden yoktur. Bu tüm durumu değiştirecektir.

Başlıca faktör, Stalinizmin muazzam yozlaşması ve öznel faktörün zayıflığıdır. Asıl nedense, gerçek Marksizmin zayıflığı ve Ekim Devrimi gibi klasik bir proleter devrim şeklinde bir modelin eksikliğidir. İki aşamalı Stalinist teori her yerde başarısızlığa uğramış ve korkunç felâketlere yol açmıştır. Fakat tek bir başarılı örnek tüm durumu değiştirecektir. Örneğin Pakistan’da gerçekleşecek sağlıklı bir işçi devrimi, proleter Bonapartizm yönündeki eğilimi keserdi. Her şeyden önce, Arjantinli işçilerin muhteşem hareketi, gelişmiş bir ülkede klasik proleter devrim olasılığını gündeme sokmaktadır. Böyle bir devrim, Güney ve Kuzey Amerika’da ve dünya ölçeğinde tüm durumu değiştirirdi.

Kapitalizmin küresel krizi

Burjuvazinin asıl korkusu ekonominin her sektöründe krizin eş zamanlı olarak ortaya çıkmasıdır. “Bulaşma” sözcüğü bu olguyu tanımlamak için kullanılmaktadır. Bu, küreselleşmenin diğer yüzüdür. ABD emperyalizmi, politikada olduğu gibi ekonomide de, her yerde ortaya çıkan yangınlarla karşı karşıyadır. Bir yangını söndürür söndürmez bir başkası daha şiddetli biçimde alevleniyor. Bu, yaşadığımız çağın doğasının çarpıcı bir ifadesidir.

Arjantin’deki krizin kaynağı orası değildi. Bu kriz dünya kapitalizminin küresel istikrarsızlığını yansıtmaktadır. 2001’in başlangıcında Türkiye’de gerçekleşen çöküş, derhal Polonya zlotisini ve yıl içinde yaklaşık %30 devalüasyona uğrayan Brezilya realini etkiledi. Bu durum, Brezilya’nın en önemli ticari partneri olan Arjantin’in üzerine dayanamayacağı bir basınç bindirdi ve ihracatta hiçbir şekilde rekabet edemez hale getirdi.

Arjantin pesosu ABD dolarına bağlandığı için, devalüasyon (teorik olarak) ihtimal dışıydı. Böylece krizin tüm ağırlığı Arjantin işçilerinin ve orta sınıfın omuzlarına bindirildi. Bunun ciddi sosyal ve politik yansımaları oldu. 2001 boyunca zaten bir dizi militan genel grev gerçekleşmişti. Genel seçimlerde kitlesel protesto oyları ortaya çıktı ve hatta kuzeydeki General Mosconi kasabasında isyan patlak verdi. Burada işçiler ve işsizler tüm kamu işlerinin yürütülmesini kendi ellerine almışlardı.

Bu durum Washington’da endişeye yol açtı, IMF ilk başlarda Arjantin ekonomisini desteklemek için fonlar sağlamıştı. Fakat artık olaylar hızla bunun ötesine geçmişti. Banka denetimlerine girişilmesi doğrultusundaki dramatik karar, bankalara akın edilmesine neden oldu. Ülkedeki bankalar bir günde 1,3 milyar dolar kaybetti. Merkez bankasının net rezervleri 1,7 milyar dolar düştü. Dünyanın en zenginlerinden biri olan Arjantin, bir gece içinde iflâs etti. Ekonomi bakanı Domingo Cavallo, elinde dilenci tasıyla bir kez daha IMF’ye gitti ama Washington’da buz gibi yüzlerle karşılandı. Geçen yıl Arjantin’le zaten 48 milyar dolarlık borç anlaşmaları yapan IMF’nin, giden paranın ardından yenilerini savurmaya hiç niyeti yoktu. Arjantin kendi borçlarının ağırlığı altında boğulmaya terk edildi.

Arjantin devriminin Latin Amerika’da ve dünya ölçeğinde ciddi etkileri olabilir. Arjantin’deki krizin sarsıntıları çoktan uluslararası piyasalara ulaştı. Dünya piyasaları, krizin Latin Amerika’daki ve daha uzaklardaki diğer ekonomilerde domino etkisi yaratıp yaratmayacağını izliyor.

Son birkaç yıl içinde halihazırda pek çok ülkede gerçekleşen kitlesel devrimci hareketlerde bu açıkça görülebilir: 1998 Endonezya, 2000 ve 2001 Ekvador devrimleri, 2000’de Bolivya Cochabamba’da su özelleştirmesine karşı hareket, 2001’de Arjantin’de General Mosconi ayaklanması ve şanlı Cezayir isyanı. Bu hareketlerin pek çoğunun ortak özelliği, devlet iktidarına meydan okuyan ve onu değiştirmeye başlayan, ezilenlerin farklı kesimlerini temsil eden halk komitelerinin oluşturulması olmuştur.

Ekvador devriminde, Halkın Parlamenterleri, orduyu kendi yanlarına (bazı subaylar da dahil) çektiler ve iktidarı gerçekten birkaç saatliğine aldılar. Bu hareketin genelleşmesini ve yayılmasını engelleyen şey yalnızca önderlik eksikliğiydi ve bu yüzden devrim hüsrana uğradı. Şimdi devrim yeniden patlamıştır, ama bu sefer Latin Amerika’nın ikinci büyük ekonomisinde. Arjantin proletaryasının büyüklüğü ve militan gelenekleri, sınıfsal güç dengesinin Ekvador ya da Peru’dakinden niteliksel olarak farklı olduğu anlamına gelmektedir. Arjantin şimdi tüm Latin Amerika devriminin anahtarıdır.

Arjantin işçi sınıfı, Brezilya işçi sınıfından sonra Latin Amerika’daki en güçlü işçi sınıftır. Muhteşem bir devrimci geleneğe sahiptir. Gerçek bir devrimci programla silahlandığında kolaylıkla iktidarı alabilir ve toplumun sosyalist dönüşümüne başlayabilir. Böyle bir gelişme, tüm Latin Amerika’daki durumu derhal değiştirecektir. Bu 1917 Bolşevik devriminden daha büyük bir etki yaratacaktır. Yankıları ABD’de ve dünya ölçeğinde hissedilecektir. Asya, Afrika ve Latin Amerika halklarına karşı yeni askeri müdahaleler hazırlamak yerine, her tarafta devrimlerle yüz yüze kalınacaktır. Ancak toplumun yukardan aşağıya radikal bir yeniden yapılandırması, çıkmazdan çıkışı gösterebilir.

Arjantin – Devrim başladı

Geçtiğimiz Aralıkta yaşanan olaylar, yaklaşan dönemde ardı ardına birçok ülkede neler olabileceğinin bir uyarısıdır. Arjantin devrimi, işçi sınıfının toplumu değiştirebilme yeteneğinden şüphe duyan tüm yüreksizlere, korkaklara, şüphecilere ve kiniklere verilen dört dörtlük bir yanıttır. Arjantin devrimi bütün işçiler tarafından dikkatle incelenmeyi hak etmektedir. Bu bir devrim –ya da karşı-devrim– laboratuvarıdır.

Devrim, öfkeli ve yoksullaştırılmış binlerce protestocunun Buenos Aires sokaklarını doldurmasının ardından istifa etmek zorunda kalan Fernando de la Rua hükümetinin düşmesiyle başladı. Bu, devrimin ilk perdesiydi. Bu durum, Arjantin’i içine çeken ve tüm Latin Amerika’yı etkileyen derin krizi yansıtmaktadır.

Aslında, Arjantin egemen sınıfının sorunu, proletaryanın muazzam gücüdür ve bu güç onları IMF tarafından dayatılan kemer sıkma politikalarını sonuna kadar uygulamaktan alıkoymaktadır. Kitlelerin potansiyel gücü Aralık günlerinde derhal ortaya çıkmıştır. Ne olağanüstü hal ilânları, ne kurşunlar, ne de polisin sıktığı göz yaşartıcı gazlar kitleleri yıldırmaya yaradı. Eylemde birleşerek, bir ortak güç anlayışı geliştirdiler. İktidar devletin elinden kayıyor ve sokaklara geçiyordu.

Bu, ezilen toplum katmanlarının her kesimini içine alan bir hareketti: sadece işçileri değil, işsizleri ve orta sınıfı da. Bu olgu, hareketin sınıfsal temelinin sorgulanmasına ve proletaryanın rolünün inkâr edilmesine yol açmıştır. Fakat bu Arjantin devriminin dinamiklerini yanlış değerlendirmektir. Çok sayıda küçük işadamını ve emekliyi mahveden krizin ciddiyeti, en geniş kitle katmanlarını mücadeleye itmiş ve eskiden hareketsiz olan en geri katmanları dahi uyandırmıştır. Bu hem güç hem de zayıflıktır. Hareket içinde diğer sınıfların da var olması, devrimin gerçek karakterini gizlemektedir. Fakat hareket ancak proletaryanın önderliği altında zafere ulaşabilir.

Halkın geçen Aralıkta ayaklanmasıyla başlayan devrim devam ediyor. Egemen sınıfın ve rejimin devrimi kontrol altına alma yönündeki tüm çabaları başarısızlığa uğradı. Kitle hareketinin gücü ve kendine güveni her geçen gün artıyor. Arjantin kesin olarak devrim yoluna girdi. Gelecek aylar ve yıllarda, temel çelişkinin çözülmesi gerekecektir. Mevcut “geçiş” rejimi temel sorunların hiçbirini çözmeyecek, aksine onlara daha hummalı ve patlayıcı bir karakter verecektir.

Kitleler doğrudan eylemle krizden bir çıkış yolu arıyorlar. Grevler, gösteriler, “cacerolazolar”, fabrika işgalleri ve yol kesmeler hemen her gün gerçekleşiyor. Kitleler, doğrudan eylem okullarında kendi güçlerini ve ortak eylemin gücünü keşfediyorlar. Bu, dayanıklılık ve irade gücünün nihai sınavı için tüm kuvvetini toplayan bir atletin ısınma egzersizlerine benziyor. Fakat belirleyici sınav henüz gerçekleşmemiştir

Hareketin en yüksek ifadesi, halk meclisleri, yerel komiteler ve fabrika komiteleri, “piquetero”ların örgütleri ve kitlelerin diğer öz-örgütlülük biçimleridir. Şubatta Ulusal İşçi Meclisinin toplanması önemli bir ileri adımdı. Bu toplantı, farklı bölgelerin, mahallelerin ve fabrikaların temsilcilerine, eylemin ulusal çapta koordine edilmesi gerektiğini anlama, mücadelenin taktiklerini ve sloganlarını tartışma ve yakın dönemin önceliklerini belirleme fırsatı sundu. Egemen sınıf, halk meclislerinin ve halk iktidarının diğer biçimlerinin gerçek önemini kavramıştır. Bunlar embriyonik sovyetlerdir.

Harekete kitlesel karakterini veren şey, orta sınıfın geniş kesimini çoktan iflâs ettiren krizin derinliğidir. Bu aynı zamanda hem güç hem de zayıflıktır. Orta sınıf ve proleter olmayan unsurlar arasında görülen öfke patlaması, egemen sınıfı kendi kitle tabanından mahrum bırakmakta ve GEÇİCİ OLARAK dengesini kaybeden ve felç olan gericiliğin ayaklarının altındaki zemini çekmektedir. Bu, olağanüstü elverişli bir sınıfsal güç dengesi oluşturmaktadır. Fakat bu durum sonsuza kadar devam edemez. Eğer işçi sınıfı iktidarı kendi ellerine almaz ve çıkış yolunun devrimci çizgiden geçtiğini orta sınıfa göstermezse, orta sınıfın ruh hali değişebilir ve inisiyatif gerici güçlere geçebilir.

Durumun temel zayıflığı, yaygınlaşan bir işçi sınıfı hareketinin olmayışıdır. Örgütlü işçilerin çoğunluğu resmi (Peronist) CGT’nin kontrolü altındadır. Sendika bürokrasisi işçileri geri tutmak için elinden gelen her şeyi yapıyor. CGT aygıtı ciddi bir güce ve muazzam kaynaklara sahip. Burjuvaziden ve devletten destek alıyor. Aslında Arjantin burjuvazisi onların desteği olmadan egemenliğini 24 saat bile sürdüremez.

Arjantin’de sınıf mücadelesi tüm çıplaklığıyla sergilenmektedir. Çoktandır egemen sınıf arasında komplo ve darbe söylentileri dolaşıyor. Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki durum budur. Büyük sermayenin, bankerlerin, ordunun tepesindekilerin, gerici Kilise çevrelerinin temsilcileri, devrimi yok etmek için komploya girişeceklerdir.

Fakat egemen sınıfın sorunu, koşulların –henüz– hiçbir şekilde uygun olmamasıdır. Hareket hâlâ yükseliştedir. Hareketin güçleri sağlamdır ve yenilmemiştir. Orta sınıf, büyük bankerlere, kapitalistlere ve onların Washington’daki destekçilerine karşı büyük bir nefret ve düşmanlık duymaktadır. Bu aşamada hareketi ezmek için kullanılacak herhangi bir şiddet girişimi ters tepecektir. Tek bir kanlı çatışmayla tüm ülke patlayacaktır.

Egemen sınıf bu yüzden bekleme oyunu oynamak zorundadır. Hareket tükenme sinyalleri vermeye başlayana kadar bekleyecekler. Eğer kitleler mevcut bataklıktan net bir çıkış perspektifi görmezlerse, bu belli bir aşamada kaçınılmazdır. Kriz, artan işten çıkarmalarla, kapanan fabrikalarla, yükselen fiyatlarla ve düşen yaşam standartlarıyla her geçen gün daha da derinleşiyor. Politik kriz, sadece ekonomik krizin derinliğinin yüzeysel ve gecikmiş yansımasıdır; yaşam standartları çok daha acımasız bir şekilde düşmedikçe, kriz kapitalist temelde çözülemez. Fakat bu da ancak önce işçi sınıfının direncinin kırılmasıyla başarılabilir. Arjantin bağlamında bu, sonuna kadar yürütülmesi gereken azami şiddette bir sınıf savaşı anlamına gelmektedir.

Arjantin’deki devrimin şu ya da bu şekilde tayin edici bir noktaya ulaşması, yıllar değilse de aylar alabilir. Gelgitler, yorgunluk, yenilgiler, hatta yeni patlamaları provoke edebilecek gericilik dönemleri söz konusu olacaktır. Ama er ya da geç iktidar sorunu baş gösterecek ve çözülmek zorunda kalacaktır. Ya sermayenin diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğü. Üçüncü bir yol olamaz.

Rusya

Rusya dünya devrimi için kilit ülke olma rolünü sürdürüyor. Dünya boom’unun uzaması ve Rus proleter hareketinin gecikmesi, piyasa ilişkilerinin kristalize olduğu ve kapitalist restorasyonun gerçekleştiği anlamına gelmiştir.

İşlerin bizim birkaç yıl önce beklediğimiz gibi gitmediğini kabul etmeliyiz. Dünya kapitalizminin krizinin bugüne kadar ertelenebileceğini ummuyorduk. Bu durum, Rus kapitalizmine kendini tesis etmesi için yeterli zamanı verdi. Kapitalizm yönündeki hareket on yıldır devam ediyor. Yeni üretim sisteminin ve mülkiyet ilişkilerinin, kitlelerin bilincine nüfuz etmek için zamanı oldu. Bu süreç bizim beklediğimizden daha uzun sürdü. Asıl sorumluluk, her şeyde teslim olan Stalinistlere aittir.

Altı yıl önce özelleştirme süreci henüz tamamlanmamıştı ve geri döndürülmesi hâlâ mümkündü. Durum artık bu değil. Ekonominin belirleyici sektörleri özel ellerde. Eski nomenklaturanın geniş kesimlerinin, bu konumu sağlamlaştırmaktan büyük bir çıkarları vardır. Üstelik bu, küçük-burjuva katmanlar içinde geniş bir taban yaratmıştır, özellikle Moskova’da ve Saint Petersburg’da. Bu nedenle, durumu geri çevirmek için sosyal bir devrim gerekecektir.

On yıl, hüküm vermek için yeterli bir zaman. Rubicon’un[1] artık geçildiğini söylemek zorundayız. Kapitalizm yönündeki hareket birçok karşı-akıntıyla birlikte çelişkili olmuştur, ancak süreç her krizin ardından yenilenmiş bir güçle devam etmiştir. Son kriz, ekonominin çöktüğü 1998’de gerçekleşti. Bu belirleyici bir dönüm noktasıydı. Bu noktaya kadar, Rus kapitalizmi üretici güçleri geliştirmeye muktedir olmadığını ispatlamıştı. Ekonomi, barış zamanında herhangi bir ekonominin görebileceği en büyük çöküşü yaşadı. Tahmin ettiğimiz gibi, dış ticarette devlet tekelinin kaldırılması Rusya için facia oldu. Ucuz ithal malların akını sonucunda Rus sanayisinin büyük bir kısmı yok oldu. Sonuç 1998 yazındaki çöküştü.

Ekonomik durum –özellikle 1998 krizinden bu yana– önemli bir rol oynamıştır. Rus ekonomisinin o zamanki çöküşü, saati geri çevirecek son olanaktı. Piyasa ekonomisine karşı güçlü bir tepki vardı, Moskova ve Saint Petersburg’daki küçük-burjuvazinin geniş kesimleri dahi işlerini kaybetmişti ve sistemi eleştiriyorlardı. “Reformcular” demoralize olmuşlardı ve savunma durumundaydılar. Fakat öznel faktör belirleyiciydi. Sözde Komünist Parti, yeniden devletleştirmeyi desteklemek için hiçbir girişimde bulunmadı. Merkezileştirilmiş, devletleştirilmiş bir ekonomiye geri dönmek isteyen bürokrasi kanadının gücünü abartmış, Stalinistlerin çürümüşlüğünü ve yozlaşmasını ise küçümsemişiz.

Eğer “Komünist Parti” devletleştirilmiş planlı ekonomiye geri dönmek için harekete önderlik etmek isteseydi, bunu yapmak için en uygun zamandı. Fakat RFKP’nin eski-Stalinist liderleri, işçi sınıfının her hareketinden dehşete kapılmaktadır. Onlar, Brejnev rejimine geri dönüş için –taraftarlarının çoğu bunu muhtemelen desteklerdi– mücadele etmekten bile aciz olduklarını gösterdiler. Kapitalizmle barıştılar.

Durumdaki diğer belirleyici unsur bir kitle hareketinin bulunmayışıydı. Üç kuşak boyunca devam eden Stalinizm, işçi sınıfının bilinci üzerinde etkili olmuştu. Sınıfın kompozisyonu da değişmişti. 1930’larda ve 40’larda milyonlarca köylü fabrikalara girmişti. Ekim Devrimini yaşamış eski kuşak büyük ölçüde azalmıştı. Aktif katmanlar tümüyle yok edilmişti. Savaş, devrim ve iç savaş yıllarında ayakta kalanlar Stalin tarafından ortadan kaldırılmıştı.

Stalin, gerçek Bolşevizm geleneğinin son kalıntılarını yok etmeyi, umduğundan daha iyi başardı. Yeni nesil, Lenin’in fikirlerini hiç kavramamıştır. Genel bir zihin karışıklığı söz konusudur. Kitleler huzursuzlar, ama devrimci perspektiften de yoksunlar. Bu durum, yeni gelişmeye başlayan burjuvazinin iktidarını sağlamlaştırmasını sağladı. Özelleştirme süreci tamamlandı. Artık durumu değerlendirmeli ve gerekli sonuçları çıkarmalıyız.

Ekonomi çöküş durumunda olduğu sürece, sistemin geleceği garanti altında değildi. Ama hiçbir ekonomi sürekli çöküş durumunda olamaz. Ya kapitalist mülkiyet ilişkileri yıkılır ya da belli bir aşamada ekonomi nihayetinde bir denge noktası bulur ve büyümeye başlar. Rusya’da bu kendine has bir tarzda gerçekleşti; bir kriz sonucunda. Rublenin aşırı devalüasyonu ve artan petrol fiyatları, Rus ekonomisinin kısmen canlanması için gereken koşulları yarattı. İnisiyatif tekrar “reformculara” geçmişti.

Kapitalizme geçiş, Doğu Avrupa ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinde farklı tempolarda ve farklı başarı oranlarında gelişmiştir. Polonya ve Macaristan gibi ülkeler, açıkça diğer eski Stalinist rejimlerin birçoğundan daha erken bir başarılı geçiş gerçekleştirmişlerdir. Hem coğrafi konumları (Almanya ve AB’ye yakınlık) hem de Batıdaki boom’un uzaması buna yardım etti. Fakat Sırbistan ve Romanya gibi diğer rejimler, yaşayabilir bir kapitalist ekonomiyi geliştirmede aynı ölçüde başarılı olamadılar. Bu rejimlerin kaderi, dünya ölçeğindeki gelişmelere, özellikle de Rusya’da olanlara kopmaz bir biçimde bağlıdır. Rusya’daki süreç tersine dönseydi, bunun derhal bu ülkelerdeki geçişi yavaşlatıcı hatta geri döndürücü bir etkisi olurdu. Rusya’da kapitalizmin pekişmesi, bu ülkelerde de kapitalizm yanlılarının konumunu güçlendiren bir etki yaratacaktır.

Rusya ve Doğu Avrupa’daki bürokrasinin belirleyici kesimleri kapitalizm yönünde hareket etmiştir. Sadece yönetici kesim ve milyarder haline gelenler değil, aynı zamanda ordu, polis ve devlet bürokrasisinin üst kesimleri de buna dahildir. Bu Stalinist bürokrasinin çürümüşlüğünün vahim bir yansımasıdır. Bununla karşılaştırıldığında, Sosyal Demokrasinin liderlerinin 1914’deki ihaneti çocuk oyuncağı kalmaktadır.

Putin, bir burjuva Bonapartist

Her şeye rağmen, Rus kapitalizminin kökleri yüzeydedir. Rus burjuvazisi bozulmuş ve çürümüştür. Son iki yıldaki göreli ekonomik istikrar sonucunda oluşturulan göreli kararlılık durumu halen kırılgandır ve uzun sürmeyecektir. İşsizliğin azaltılması işçi sınıfını güçlendirecektir. Gençlik katmanlarını etkileyen lümpenleşme sürecini durduracaktır. Bu bizim açımızdan olumlu bir gelişmedir.

Rejim, kitlelerin geçici ataletine dayanmaktadır. Fakat bu devam edemez. Rusya’da sınıf mücadelesinde yeni bir patlama belli bir aşamada kaçınılmazdır. Ekonomik büyüme işçi sınıfının sorunlarının çözüldüğü anlamına gelmez. Devalüasyonun sonucu olarak enflasyonda bir artış olmuştur. Hükümet yaşam standartlarına saldırmak için, örneğin konut ve vergilere ilişkin yeni yasaları yürürlüğe sokuyor. Bu, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin yeniden canlanmasının yollarını döşüyor.

Putin, piyasa ekonomisini sağlamlaştırmaya çalışan bir burjuva Bonapartisttir. O, bireysel zenginlere (Guzinsky, Berezovsky) karşı harekete geçmiştir, ama sadece Yeltsin dönemindeki azgın yağma ve rüşveti sınırlayarak kapitalizmi güçlendirmek ve aynı zamanda tüm muhalefeti safdışı bırakıp kendi konumunu güçlendirmek için.

Putin, sendikalar yasası (Kzot) ve siyasi partiler yasası aracılığıyla demokratik hakları sınırlamıştır. Medyayı kendi kontrolü altına almış ve iktidarı Yeltsin’den çok daha ileri ölçüde kendi ellerinde toplamıştır. Kararnamelerle yönetmeyi tercih etmesine rağmen henüz o aşamaya ulaşamamıştır. Hâlâ bürokrasi ve burjuvazi içindeki farklı grupların gönlünü almak zorundadır. Daha da önemlisi, işçi sınıfı ile çatışmaya girebilir.

Gerçek bir burjuva Bonapartist rejimi oturtmak için Putin’in ordunun desteğine ihtiyacı var. Ancak bu o kadar kolay değil. Ordunun üst katmanları burjuva yanlısıdır ve burjuvazinin kendisi kadar çürümüş durumdadır. Fakat daha alt kademelere hoşnutsuzluk ve kötü bir örgütlenme hakimdir. Rus ordusu, işçi sınıfının bastırılmasında güvenilir bir araç olamaz. Ciddi bir çatışma, Arnavutluk türünden bir durumla sonuçlanabilir. Fakat Rusya Arnavutluk değildir. Böyle bir durum kolayca işçi sınıfının iktidarı almasıyla sonuçlanabilir. Bu yüzden Putin dikkatli bir şekilde ilerlemek zorundadır.

Ekonomik iyileşmeye rağmen –ki bu uzun sürmeyecektir– Rusya’nın büyük bir kısmında yoksulluk ve sefalet tablosu devam ediyor. Özellikle taşradaki durum budur. Yükselen enflasyon milyonlarca insan için işleri daha kötü hale getirecektir. Şimdi Putin toprağı özelleştirmek için hareket ediyor. Eğer başarılı olursa, devlet mülkiyetindeki konut ve ısıtma sistemine el uzatmak isteyen reformu hızlandıracaktır. Fakat bu kitlesel muhalefeti harekete geçirebilir.

Rusya ve Amerika

Putin güçlü bir Rus gibi görünüyor, ama gerçekte en az Yeltsin kadar –daha fazla değilse– dar görüşlü bir cücedir. Bu dış politikada açıkça görülüyor. Rusya hâlâ bir süper güçtür. Mutlak rakamlarla Almanya’ya yetişmiştir. Ama Ruslar dünya ölçeğinde bağımsız bir güç olarak görünmüyorlar. Uluslararası olaylarda Putin, ekonomik ödünler koparma umuduyla Amerikan emperyalistlerinin gönlünü almaya çalışıyor. Bunu yapmayı başarabilir ya da başaramaz. Fakat er ya da geç Rusya Amerika ile çatışacaktır, çünkü çıkarları birbirine zıttır, özellikle iki tarafın da petrol ve doğal gazı kontrol etmek istediği Orta Asya ve Kafkaslar’da.

Bush ve Putin şimdi “iyi dostlar” olarak görünüyorlar; ama bu Rusya açısından miyopluktur, çünkü pratikte Amerika ve Rusya arasında dünya ölçeğinde keskin bir çıkar ayrılığı söz konusudur. Tüm hoş sözlere rağmen, Amerikalılar Doğu Avrupa ve Asya’da Rusya’nın altını oymakta bir an bile duraksamayacaklardır. Rusya’nın, Taliban’ı devirmek için Amerika’ya yardım etmekte bir çıkarı vardır, ama ABD emperyalizminin Afganistan’a hakim olmasına ya da Orta Asya’da konumunu güçlendirmesine izin vermekte hiçbir çıkarı yoktur. Bu eğilim er ya da geç tersine dönmek zorundadır. Tüm gülümsemelerin ve tokalaşmaların arkasında, Rusya ve Amerika arasındaki dünya ölçekli güçlü çıkar çatışmaları bulunmaktadır ve bunlar yüzeye çıkmak zorundadır. Putin’in uzlaşmacı politikaları gözden düşecektir ve hatta belli bir aşamada görevden düşürülmesine bile neden olabilir.

Çeçenistan’da Rusya görünürde sonu olmayan bir emperyalist savaşı sürdürmeye devam ediyor. Rus ordusunun acınası durumu, Rus kapitalizminin korkunç yozlaşmışlığının ve çürümüşlüğünün bir belirtisidir. Troçki, ordunun her zaman toplumun bir yansıması olduğunu söyler. Sovyet ordusu Hitler’i yenebilmişti ve Avrupa’nın dörtte birini fethetmişti. Şimdi Rus ordusu Çeçenleri bile bastıramıyor.

İstikrarsız bir rejim

Görünürdeki başarılarına rağmen, mevcut rejim oldukça istikrarsızdır. Onun başarıları, iç gücünden değil ciddi bir muhalefetin olmamasından kaynaklanmaktadır. Rus kapitalizminin geleceği güllük gülistanlık değildir. Rus kapitalizmi tekelci kapitalizm olarak başladı ve tekeller daima fiyatları sabitleme eğilimindedir. Fakat bu büyük tekelci gruplar, devletleştirme lehinde bir argümandır. Sermayenin egemenliği halk için katlanılmaz hale gelecektir.

Rus işletmelerinin yaklaşık %40’ı zarar etmiştir (The Economist, 1/12/2001). Bu durum, son yirmi yılda görülen iki en iyi yılın arkasından gerçekleşmiştir. Devalüasyonun etkisi geçtikçe, ithalat tekrar hızla yükseliyor. Petrol ve gaz gibi hammaddeleri bir kenara koyarsak, ihracat hâlâ çok az. Birçok Rus sanayisi, dünya pazarlarında rekabet edecek kapasitede değil. Makineler ortalama 16 yaşında ve eskiyorlar. Yönetim çoğunlukla ilkel ve çürümüş. Milyarlarca dolar çalınmış.

Tayin edici sorun, Rusya’nın dünya ekonomisiyle ilişkisidir. Rus Bürokrasisinin yazgısını belirleyen şey, dünya piyasasının gelişmesiydi. Şimdi Rusya eşi görülmedik ölçüde dünya piyasalarına katılıyor. Fakat bu, bir sonraki çöküşte kötü vurulacağı anlamına geliyor. Bu her şeyi gerisin geri eritme potasına fırlatacaktır. Özellikle dünya piyasalarında petrol fiyatlarının düşmesinin ciddi etkisi olacaktır. Rusya’yı dünya ekonomisine daha sıkı bağlayarak yeni facialar hazırlıyorlar. Kapitalizmin dünya krizinin Rusya üzerinde büyük bir etkisi olacaktır ve bu da her şeyi yeniden sarsacaktır. En sonunda, Rusya’yı bir arada tutacak bir planın zorunlu olduğu net hale gelecektir. Kriz Rusya’yı vurduğu ve bir kez daha kaosa sürüklediği ölçüde, planlı ekonomiye geri dönüş talebi güçlenecektir.

Devalüasyonun ve yüksek petrol fiyatlarının sonucu olarak, ekonominin büyümesinin sınırlarına ulaştığına dair zaten net göstergeler bulunmaktadır. Analizciler, 2000’deki %9 ve 2001’deki 5,1’lik büyümenin 2002’de %3 ilâ 4’e düşeceğini tahmin ediyorlar. Bu kısmen, yüksek enflasyonun –geçen yıl %18,6–rublenin değerini yükseltmesinden kaynaklanıyor. 1998 devalüasyonunun etkileri şimdi yavaş yavaş azalıyor. 2002 baharında Rus sanayisi, paranın çökmesinden elde ettiği maliyet avantajının yaklaşık dörtte üçünü çoktan kaybetmiştir. Öte yandan, sermaye yatırımı –kapitalist ekonominin gerçek can damarları– inatla düşük kalmaktadır. Geçen ayların rakamları, yatırımın keskin biçimde zayıfladığını göstermiştir; 2001 Aralığındaki yıllık %10,5’luk büyümeden, 2002 Ocağında %7 ve Şubatında %4’e. Rus kapitalizminin Aşil topuğu burasıdır. Diğer yandan enflasyon yükselmektedir. Ekonomik mücadelenin yükselmesi için koşullar olgunlaşmaya başlıyor.

Şu an kitleler politikaya karşı ilgisiz ve aldırmaz görünüyor. Bu hiç de şaşırtıcı değil. Onyıllarca devam eden Stalinist totalitarizm, işçi sınıfının bilincini geriletmiştir. Şimdi işçiler başka bir alternatif görmüyorlar. Gençlik, kafası karışık ve yabancılaşmış durumda. Stalinizmin mirasının korkunç psikolojik etkisi var, özellikle de daha genç nesiller üzerinde. RFKP kapitalizm yanlısı politikalar izliyor. Tüm cephelerde teslim oldu. Aynı şey FNPR için de geçerli. Bu yüzden ortada gerçek bir muhalefet yoktur. Bu böyle devam etmeyecektir. Kapitalizmin ürettiği dayanılmaz çelişkiler işçi sınıfını tekrar tekrar mücadeleye zorlayacaktır. On yıl önce işçiler arasında bile kapitalizm hakkında yanılsamalar vardı. Artık yok. İşçiler, kendi deneyimleri sonucunda, özelleştirmenin hırsızlık olduğunu ve sözde pazar ekonomisi temelinde hiçbir çıkışın mümkün olmadığını anladılar. Eninde sonunda, işçi sınıfı devrimci sonuçlar çıkarmaya başlayacaktır. Sınıf mücadelesi esnasında, genç nesil, Rus işçi sınıfının gerçek geleneklerini –1905 ve 1917’nin geleneklerini, sovyetleri, Bolşevizmi– yeniden keşfedecektir.

Öznel faktörün zayıflığından dolayı bu zaman alacaktır. Çelişkilerin çabucak çözülmesi mümkün değildir. Mücadele yıllarca gelgitlerle devam edecektir. Fakat potansiyel olarak patlamaya hazır bir durum söz konusudur. Rusya’daki ani ve keskin değişimlere de hazır olmalıyız. Asıl problem Rus işçi sınıfının hazırlık ve perspektif eksikliğidir. Fakat bu hızla değişebilir. Tıkanıklık bir kez aşıldığında, işler hızla ilerleyebilir. Önümüzdeki on yıl içinde, dünyayı dönüştürecek yeni bir Rus Ekimiyle karşılaşabiliriz.

Rus işçi sınıfı, Batıdaki proletaryaya göre farklı bir tarihe ve geleneğe sahiptir. Onun bilincini, Ekim Devrimi deneyimi ve devletleştirilmiş planlı ekonomi şekillendirmiştir. Bu yüzden, özelleştirmenin hırsızlık, üretim araçlarının devletleştirilmesinin ise doğal bir alternatif olduğunu düşünmektedir.

Temel şey öznel faktörü inşa etmektir. Şu anda Marksizmin güçleri zayıf. Fakat imkânlar mevcut. Tüm Stalinist partiler krizde. Troçkizmin fikirleri, KP’lerin tabanında ve gençlik içinde artan bir ilgi uyandırıyor. Gazetemiz, aktivistler arasında iyi tanınıyor. Web sitemiz büyük bir başarı elde etti. Bunlar, üzerine yaslanabileceğimiz önemli kazanımlardır.

Lenin’in söylediği gibi, Marksistlerin görevi “sabırla açıklamaktır”. Bizler sabırla gerçek Marksizm-Leninizmin (Troçkizmin) teorilerini, politikalarını ve programını açıklamalıyız. İşçilerin ve Komünist hareketin ileri muhafızını gerçek Marksizmin programına kazanmalıyız. Tüm Komünist Partilerde, Stalinist önderliğe ilişkin bir hoşnutsuzluk var ve en iyi unsurlar alternatif arayışı içindeler. Troçkizmin fikirlerine artan bir ilgi söz konusu.

Doğu Avrupa

Doğu Avrupa –ya da en azından onun en gelişmiş kısmı olan Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti– kapitalizme Rusya’dan daha hızlı ilerledi. Doğu Almanya’nın durumu özeldi, çünkü burada karşı-devrim onun Batı Almanya tarafından yutulmasıyla gerçekleşti. Aslında, diğerleri de Almanya’nın uyduları haline geldiler. Daha önce var olan sekiz ülkeden, en az 27 ülke doğdu (Montenegro Yugoslavya’dan koparsa 28; Kosova ve Çeçenistan da eklenirse 29 ve 30).

Emperyalistler, Doğu Avrupa üzerindeki kontrollerini kolaylaştırmak için bu eğilimi teşvik ettiler. Alman emperyalizmi Doğu Avrupa’nın Balkanlaştırılmasına ön ayak oldu. Çekoslovakya’nın bölünmesi gerici bir eylemdi ve ne Çeklere ne de Slovaklara yaradı. Halka danışılmadı. Bu manevra Alman emperyalizminin yararınaydı ve Klaus da onun ajanıydı. Bu politikanın en kötü sonuçları, savaşlara ve görülmedik bir kargaşaya yol açan Yugoslavya’nın parçalanmasıydı.

“Pazar ekonomisi” deneyiminin kitlelerin psikolojisi üzerinde etkisi olmuştur. Doğu Polonya gibi bölgelerde işsizlik çoktan %20’nin üzerine çıkmıştır ve ekonomi yavaşlamaktadır. Eşitsizlik muazzam boyutlardadır ve giderek artmaktadır. AB’ye girmek –eğer olursa– hiçbir şeyi çözmeyecektir. Nüfusun en az beşte biri, yaşamının bir kısmını topraktan kazanmaktadır. AB, Polonyalı çiftçilere, geçiş döneminde Batılı çiftçilere verilen sübvansiyon miktarının sadece %25’ini vermeyi öneriyor. Bu, iyi sübvanse edilmiş Batı ithal malları yüzünden Polonya tarımının büyük kısmının yok olacağı anlamına gelir. Daha da beteri, süt ve diğer kalemlerin üretimine koyulan AB kotaları, Polonya çiftçisinin yaşamını daha da zorlaştıracaktır.

Halkta bir mayalanma var. Birçok insan, geriye, “Komünist” döneme, nostaljiyle bakıyor artık. Polonya’daki son seçimde, Dayanışma ve diğer burjuva partiler gerçekte yok olup giderken, eski “Komünist” Parti bütün oyları silip süpürdü. Bu, piyasaya ve onun tüm işleyişine güven olmadığına dair belirleyici bir oylamaydı. Fakat kitlelerin hoşnutsuzluğu, onu emin kanallara akıtan eski Stalinistler tarafından bloke edildi. Eski “Komünist” Partinin önderleri, kapitalizme tümüyle teslim olmuşlardır. Sadece Polonya’da da değil. İktidara geldikleri her yerde tam da burjuva partiler gibi davranıyorlar.

“Komünistler” bu yüzden hiçbir çözüm sunmuyorlar. Geçmişte Stalinistlerin karşı-devrimci rollerinden bahsediyorduk, ama bununla karşılaştırıldığında o hiçbir şeydi. Ekonominin yeniden devletleştirilmesini reddederek kitlelerin hayal kırıklığını provoke edecekler ve halk kesimlerini karşı-devrimci güçlerin kollarına itecekler. 1998’de Macaristan’da Sosyalist Partinin yenilgisi, onun piyasa yanlısı kemer sıkma politikalarına karşı yükselen öfke dalgasından kaynaklanmıştı. Sonuç, Viktor Orban’ın sağcı hükümeti oldu. Onlar bu şekilde, gelecekteki açık gericiliğin yolunu döşüyorlar.

Bununla birlikte, sağcı burjuva partilerin zaferi, sadece geçici bir aşamadır. Kapitalizmin tüm bu ülkelerdeki aşırı zayıflığı, bir sonraki dünya kriziyle acımasızca açığa çıkacak ve tüm Doğu Avrupa’da sınıf mücadelesinde genel bir yükselişin yolunu hazırlayacaktır. Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelere nazaran, Romanya, Bulgaristan ve Sırbistan gibi ülkelerde, kapitalizmin kökleri daha yüzeysel, burjuvazi ise çok daha ahlâksız, çürümüş ve canidir. İşte bu yüzden kriz daha derin ve rejimler daha istikrarsızdır.

Bulgaristan’da, kitlelerin umutsuzluğu ve BSP’nin eski Stalinistlerinin bir alternatif oluşturmayışları, eski Kral Simeon’un zaferine yol açtı. Fakat bu geçici bir sapmadır. Yaşam standartları düşerken ve yozlaşma yaygınlaşırken, işsizlik resmi olarak %18’e dayanmıştır. Kral hakkındaki yanılsama uzun süre devam etmeyecektir. Bunlar, artan umutsuzluğu ve krizden çıkış arayışını yansıtıyor. Ama Simeon çıplak bir kraldır. Yanılsamalar hızla hayal kırıklığına dönüşecektir, ve ardından da öfkeye. Bulgaristan’ı ve komşularını çalkantılı bir gelecek bekliyor. Derin bir ekonomik çöküş, zincirleme bir kriz reaksiyonunu başlatacak ve bu da birbiri ardına pek çok ülkede devrimci gelişmeleri gündeme getirecektir.

Balkanlar

Yugoslavya’nın parçalanmasından bu yana, Balkanlarda bir gün dahi istikrar olmadı. Kriz kara bir dalga gibi ülkeden ülkeye taşınıyor. Her devletin kaderi sıkıca diğer devletlere bağlanmış durumda. Bunların tümü zayıf ve kırılgandır ve birçoğu yaşayamaz haldedir.

Yugoslavya’nın bölünmesi, zerrece ilerici özü olmayan bir cinai eylemdi. Bunu “kendi kaderini tayin” temelinde korkunç bir şekilde destekleyen dejenere sözde Troçkist sektlerin aksine, bu görüşümüzü o zaman da açıklamıştık. Aslında, emperyalistler kendi güçleri ve nüfuzları ölçüsünde vahşice müdahale ederken, bölgenin daha derinden Balkanlaştırılmasıyla, insanların kendi yaşamları ve kaderleri üzerindeki kontrolü artmayıp azalmıştır. Euronun (öncesinde Deutche markın) fiilen ortak para birimi olması, “kendi kaderini tayin” ve “bağımsızlık” görünümü ardına gizlenen gerçek durumun bir göstergesidir.

Berişa’nın düşmesinin ardından Arnavutluk’ta devrimin başarılamaması, Kosova’da feci bir sefalete ve sonunda da savaşa yol açtı. Orada da hiçbir şey çözülmedi. Emperyalistlerin tüm sözleri boş çıktı. Yüksek büyüme oranı (%7) aldatıcıdır, çünkü çok zayıf bir temelden başlamaktadır. Altyapı harap oluyor, özellikle yollar ve elektrik donanımı. Günde 18 saate varan elektrik kesintileri söz konusu ve bu su kaynaklarını da etkiliyor. Rejim tam anlamıyla çürümüştür ve ülke yasadışı göçmenlerin, uyuşturucu ve silah kaçakçılarının ve fahişelerin sığınağı haline gelmiştir. “Sosyalist” hükümet, ülkenin bir kez daha yabancı ellere teslim edilmesi anlamına gelen özelleştirmeleri gerçekleştiriyor. Fakat parti içinde, onu bölebilecek bir hoşnutsuzluk var.

Emperyalizmin müdahalesi bölgedeki istikrarsızlığı büyük oranda artırdı ve gelecekteki yeni ve daha kanlı savaşların ve çatışmaların tohumlarını ekti. Kosova savaşı hiçbir şeyi çözmedi, sadece tüm çelişkileri şiddetlendirdi. Kosova’dan sonra sıra, patlamaya hazır durumda bekleyen Makedonya’da. Sadece yabancı birliklerin varlığı patlamayı engelliyor. Silahların NATO güçleri tarafından toplanmasının, tahmin edildiği gibi, anlamsız bir uygulama olduğu ispatlandı. Asiler silahlarının çoğunu gömdüler veya sakladılar ve onları kullanacak uygun anı bekliyorlar.

İki taraftaki şoven ve faşist unsurların provokasyonu, NATO’nun Trajanovski hükümetini destekleme girişimlerinin hızla altını oyuyor. Er ya da geç, kolayca yayılabilecek ve beklenmedik sonuçlar doğurabilecek yeni bir çatışma ateşlenecektir. Körlük içindeki Amerikan emperyalistleri yalnızca Afganistan’ı karıştırmakla kalmayıp, Irak’a saldırmaya hazırlanıyorlar! Gözlerini başka yere dikerlerken Balkanlar’da kötü bir sürprizle karşılaşabilirler.

Balkanlar’daki ulusal sorunun kapitalist temelde bir çözümü olamaz. Yayılmacı savaş ve etnik temizlik çılgınlığını durdurmanın tek yolu, savaşı sosyalist devrime çevirmekten geçiyor. En azından son dönemdeki –Arnavutluk ve Sırbistan’daki– olaylarda bu mümkündü. Kosova savaşının sonlanmasının ardından, Sırbistan’daki kitlelerin devrimci potansiyelini gördük. Fakat öznel faktörün eksikliği yüzünden, kitlelerin o dönemdeki çabaları, burjuva yanlısı unsurların iktidara gelmesiyle sonuçlandı. Ama bu insanlar şimdi bir sınavdan geçiyorlar. Kitlelerin bir sonraki saldırısı onlara yönelecektir. İşçi sınıfı iktidarı kendi ellerine almalı ve kendilerini köleleştiren çürümüş ve gerici oligarşileri mülksüzleştirmelidir. Balkanlar’ın Sosyalist Federasyonu temelinde işçi sınıfı, kardeşçe bir tarzda, işçi demokrasisi ve tüm milliyetler için mümkün olan en geniş otonomi çerçevesinde, sorunları kolayca halledebilir.

Çin

Çin, kapitalizm yolunda ilerlerken, üretici güçleri geliştirmede Rusya’dan daha başarılı olmuştur, fakat bürokrasi devleti sıkıca kontrol etmeye devam etmiştir. Çin önderliği, Rusya ve Doğu Avrupa’nın kaderinden korkuya kapıldı ve aynı yoldan gitmemeye karar verdi. Her ne kadar Çinli bürokratlar kapitalizm yönünde ilerlemiş olsalar da, rejimin karakteri belirleyici bir şekilde çözülmemiştir. Devletleştirilmiş planlı ekonominin önemli unsurları, yükselen kapitalist sektörle güçlükle bir arada duruyor. Ekonominin büyük kısmı artık özel mülkiyette olmasına rağmen, hâlâ devlet sektörlerine bağlı geniş bir bürokrasi kesimi mevcut (Vietnam’da kapitalist restorasyon süreci henüz embriyonik durumdadır).

Eğer dünya ölçeğindeki gidişat uzun süreli bir ekonomik büyümeyi sürdürme doğrultusunda olsaydı, o takdirde, belli bir aşamada, kapitalizm nihayetinde zafer kazanırdı. Fakat bu hiç de kesin değildir. İstikrarlı bir rejimi sürdürmek için Çin, yılda en az %8’lik bir büyüme oranını yakalamalıdır. Dünya ölçeğindeki yavaşlamayla, bunu sürdürmenin olanaksız olduğu anlaşılacaktır. Bu durum büyük ölçekli sosyal çatışmaların gerçekleşme olasılığını artırmaktadır ve bu da er ya da geç bürokrasi içinde bölünmeler yaratmak zorundadır. Bazı kesimler çoktan başarılı bir şekilde kapitaliste, yani üretim aracı sahibine dönüştüler. Fakat güçleri ve ayrıcalıkları hâlâ devlet sektöründeki konumlarına dayanan geniş bir katman da var. Bu yüzden, Çin bürokrasisinin piyasa yöntemlerini uygulamada çok daha başarılı olması gerçeğine rağmen, devlet aygıtı içinde yaşanacak büyük bir çatışma potansiyeli Rusya’dan çok daha büyüktür.

Kapitalizm (“piyasa sosyalizmi”) yönünde “kontrollü” bir hareket politikası, bir süre için iyi sonuçlar elde etti. Çin’in büyüme oranları, dünyadaki en yüksek oranlar arasındaydı. Aslında Çin, Batılı yatırımcıların gerçekte Rusya için tasavvur ettiği konumdaydı. Fakat şimdi dünya krizi perspektifi, Çin’in geleceğine büyük bir soru işareti konduruyor. Mao’nun otarşi politikasının terk edilmesi ve Çin’in dünya ekonomisine entegrasyonu, yalnızca yeni ve çözülmez çelişkiler yaratmıştır. Çin, dünya pazarına geçmiştekiyle ilgisi olmayan bir biçimde bağlanmıştır. Çin’in kaderi dünya ekonomisinin kaprislerine bağlıdır.

Mevcut krize, hem Amerika’da hem de Asya’da –Çin’in ana pazarları– büyük bir talep daralması eşlik ediyor. Ve iç piyasa, Çin sanayisinin ürettiği muazzam miktardaki malları emecek yeterlilikte değil. Bu yüzden Çin ekonomisinin büyük başarıları, ciddi bir krizi hazırlıyor.

Eğer kapitalizmin pekişmesi yönünde hareket etmeyi sürdürmek isterse, Pekin hükümeti devletin sahip olduğu fabrikaların büyük kısmını kapatmak zorunda kalacaktır. Fakat bu, Çinli işçilerin ve köylülerin devrimci geleneklerinin farkında olan bürokrasiyi dehşete düşüren bir sosyal patlama riski üretecektir. Bu yüzden bürokrasi çok dikkatli davranıyor.

Çin, Stalinist rejimin en kötü özellikleriyle Asya kapitalizminin en kötü özelliklerini bir araya getirmiştir. Ekonomi hızla büyümesine rağmen, bu muazzam boyutlarda bir sosyal ve ekonomik facia yaratmıştır. En az 120 milyon kentli işsiz bulunmaktadır ve bir o kadarı da kırsaldadır. Şehirler, böyle devasa sayıları, 1905 devrimi arifesinde Çarlık Rusya’sında var olan türden patlamalı koşulları yaratmaksızın ememez.

Bürokrasi iyi bir ekonomik büyüme sağladığı ve böylece gelecekte daha iyi yaşam koşulları vadettiği sürece, kitleler onun egemenliğine katlanmaya hazırdırlar. Fakat çürümenin ve eşitsizliğin giderek büyümesi ve ayrıcalıklı memur kastının iktidarı kötü kullanmasıyla birlikte, hoşnutsuzluk da artıyor. Halihazırda pek çok işçi grevi ve köylü karışıklığı yaşanmıştır. Falun Gong mezhebine uygulanan zulüm, kendisini ekonomik bunalımın kaçınılmaz toplumsal sonuçlarına hazırlayan egemen elitin huzursuzluğunun bir belirtisidir. Böyle bir durumda zararsız mezhepler bile kolayca kontrolden çıkabilir. Bu yüzden bürokrasi zorla kendi kontrolünü kurmak istiyor. Bu garip mezhebe yönelik saldırılar, ancak aşırı asabiyetin bir göstergesi olarak açıklanabilir. Sosyal patlama ihtimalinden dehşete kapılan bürokrasi, kendi kontrolü altında olmayan hiçbir hareketin varlığına tahammül edemiyor.

Çin işçi sınıfı dünyanın en büyük işçi sınıfıdır. Marksistler Çin’deki olayları dikkatle izlemeli ve devrimci sonuçlar çıkaran unsurlarla bağ kurmak için çaba harcamalıdırlar. Fikirlerimize ve web sitemize artan bir ilgi var. Kitaplarımızı Çinceye çevirmeyi planlıyoruz. Gelecek dönemde Çin yakıcı bir önem taşıyacak.

Bölüm 4

Devrimin Moleküler Süreci

Stalinizmin çöküşü tarihin sonu değildi, sadece dünya kapitalizminin genel kriziyle sonuçlanmak zorunda olan bir dramın ilk perdesiydi. Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından büyüyen taşkınlık balonunun patlaması uzun sürmedi. On yıl sonra, burjuvazi kendini dünya çapında bir çıkmazın içinde buldu. Burjuvazinin planları bütün cephelerde birbiri ardına bozuluyor. Geçmişteki taşkınlık, yerini genel anlamda bir endişe ve belirsizlik duygusuna bırakmıştır. Geçmişe bakıldığında, Stalinizmin çöküşünün, yalnızca daha büyük bir dramın, yani dünya kapitalizminin genel krizinin başlangıcı olduğu görülecektir.

1945’ten beri dünya durumunu karakterize eden uzun göreli istikrar dönemi kesinlikle sona ermiştir. Geçmişe baktığımızda, bu istikrar döneminin, büyük bir olasılıkla bir daha asla tekrarlanmayacak bir tarihsel istisna olduğu görülür. 1920’li ve 1930’lu yıllara oldukça benzeyen yeni ve çalkantılı bir dönem açılmaktadır: uluslararası ölçekte bir savaşlar, ekonomik çöküşler, devrimler ve karşı-devrimler dönemi.

Boom dönemi beklediğimizden daha uzun sürdü, fakat daha önce tahmin ettiğimiz gibi bir çöküşle noktalandı. Şimdi dünya çapındaki sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalacaklar. Yükselişi yaratan bütün faktörler şimdi düşüşü artıracak. Her şey karşıtına dönüşecek. Darbeler birbirini izleyecek. Bush’un 12 Eylülde çok doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, dünya asla eskisi gibi olmayacak.

Durumun temel özelliği her seviyede büyüyen bir istikrarsızlıktır. Genel istikrarsızlık, en son yapılan ABD Başkanlık seçimlerinin sonuçlarının da gösterdiği gibi, kamuoyunda giderek artan bir istikrarsızlıkta ifade bulmaktadır. Uzun dönemli bir boom’dan sonra, demokrat adayın seçimi kolaylıkla kazanması gerekirdi, fakat yenilgiye uğradı (daha sonra sayılarla göstereceğimiz gibi seçimlere hile karışmış olsa da). Bu da dünyanın en zengin ülkesinde, içten içe güçlü bir hoşnutsuzluğun varolduğunu göstermektedir.

Doğru, süreç henüz başlangıç aşamasındadır. Sanayileşmiş kapitalist ülkelerin çoğunda, işçi sınıfının ağır taburları henüz harekete geçmemiştir. Bunun, işçi hareketi içinde ve toplumda önemli bir etkisi olmuştur. Bununla birlikte, değişimin artık başladığına ilişkin göstergeler bulunmaktadır. Yunanistan’daki genel grevin ardından, İtalya ve İspanya’da muhteşem genel grevler ve kitlesel gösteriler gördük. Bu Avrupa’da durumun değişmeye başladığını göstermektedir. Öğretmenlerin, tren makinistlerinin, gümrük memurlarının, gardiyanların ve hatta jandarmaların grev tehditleri savurduğu Fransa’da, işçi sınıfı içinde bir mayalanma söz konusudur. Daha da önemlisi, Fransa, Yunanistan, Britanya ve Almanya’da, grev hareketi “Sosyalist” hükümetler altında gelişmiştir. Kendi çıkarlarına olan politikaları uygulamaları için iktidara getirdikleri hükümetlerin başarısızlıklarından dolayı, işçilerin sabırsızlığı artıyor ve aşağıdan harekete geçmeye başlıyorlar.

Britanya’da kamu sektöründe büyük grevler yaşandı ve sendikalarda keskin bir sola dönüş söz konusu. Büyük sendikaların her birinde sağcı genel sekreterlerin yenilmesi ve sol adayların seçilmesi de bunun bir göstergesi. Almanya’da, güçlü metal işçileri sendikası IG Metal ile Schroeder hükümeti arasında bir çatışma yaşandı. Alttan gelen basıncın arttığı aşikârdır. Boom yıllarının, dolgun kârların ve dolu sipariş defterlerinin ardından, işçiler de kendi paylarını isteyeceklerdir. Bu tür grevlerin patlak vermesi, normalde bir çöküşün hemen öncesinde gerçekleşir. Bu, bilinçteki bir gecikmeyi yansıtıyor. İşçiler yeni koşullara yavaş yavaş uyum sağlarlar. Fakat artık, krizin yükünü onlara ödettirme yönündeki her girişim, şiddetli bir dirençle karşılaşacaktır.

Proleter hareketteki gecikme, denklemin belirleyici unsuru olmuştur. Yenilgiler dışında hiçbir şeyin yaşanmadığı uzunca bir dönemin ardından, işçi sınıfının aktif katmanının başı eğikti. Fakat bu durum değişecektir. Elbette ki, bu değişim henüz başlangıç aşamasındadır. Ama bir kez sınıf mücadelesinin sert rüzgârları esmeye başladığında, işçi sınıfının psikolojisi de değişecektir. Yeni katmanlar mücadeleye katılıyor, özellikle de çoğunluğunu genç işçilerin oluşturduğu ezilmiş bir katman olan çağrı merkezlerindeki işçiler gibi. Bu taze genç katmanlar militanlaşacak ve devrimci düşüncelere açılacaktır. Marksistler onlarla bağ kurmak için adım atmalı ve en iyilerini devrimci eğilime kazanmalıdırlar.

Birçok yönden durum, 1968 Mayısı arifesini andırmaktadır. Fransa’da işçi sınıfı tümüyle cansız ya da Ernest Mandel’in sözleriyle “burjuvalaşmış ve Amerikanlaşmış” görünüyordu. Fakat yüzeyin altında fokurdayan bir hoşnutsuzluk vardı. Patronlar, her türlü iş hızlandırma, üretimi artırma vb. çabasının yanı sıra, işçiler üzerine ağır bir basınç bindirmekteydi. İlk başlarda öğrenci gösterileriyle başlayan hareket, hiçbir uyarı yapmaksızın, tarihin en büyük devrimci genel grevi biçiminde patlak verdi. Bu, hiç beklenmedik bir zamanda, uzun süren bir ekonomik boom döneminin ardından meydana geldi.

Şimdi yaşanan ani ve keskin değişimlerin –11 Eylül gibi– nedeni de bu durumdur. Ekonomik, politik ve askeri durum, aşırı istikrarsızlıkla karakterize olmaktadır. Belli bir aşamada bu, kendini bilinçteki ani değişimlerde göstermek zorundadır. Bir kez harekete geçtiğinde, genç işçilerin yeni kuşağı eski kuşaktan daha militan olacaktır. Marksistler için öncelikli görev bu genç katmana ulaşmaktır. Bizler bu görev için hem politik hem de örgütsel olarak hazırlanmak zorundayız. Halinden memnun olmaya ve rutinizme hiç yer yok. En büyük tehlike, geriye bakmak ve koşulların tümüyle değiştiği geçmişte takılıp kalmaktır. Bütün ülkelerde, sınıflar arasında derin bir uçurum açılacaktır. Fakat tam da bu dönemde, işçi ve sendika liderleri sağa doğru kaymış durumdadır.

Durumun çelişkili doğası, iki dönem arasında bir geçiş aşamasının yaşanmasının ifadesidir. Ana sorun, öznel faktörün zayıflığı ve işçi liderlerinin her yerdeki korkunç yozlaşmışlığıdır. Troçki, insanlığın krizinin proletaryanın önderlik krizine indirgenebileceğine işaret etmişti. Bugün bu tesbit geçmişte olduğundan çok daha doğrudur.

Son dönem, ileri kapitalist ülkelerde hafif bir tepkiyle karakterize olmaktaydı. Artık bu da sınırlarına ulaşmıştır. Burjuvaların ve reformistlerin bütün planları küle dönüşecektir. Hatta bu dönemde bile sınıf mücadelesinde patlamalara tanık olduk, tıpkı Aralık ve Kasım 1995’de Fransa’da gerçekleşen kitlesel grevler gibi. Üstelik bunlar gelecekte yaşanacak olanlarla kıyaslandığında sönük kalacaktır. Görülmesi gereken temel şey, dünya ölçeğinde kapitalizmin tamamen çıkmazda olduğudur. Her şeyden önce, ani dönüşlerin ve değişimlerin kaçınılmaz olduğu kavranmalıdır. 11 Eylül gibi olayların temelinde yatan şey bu durumdur. Olaylar, olaylar, olaylar, işçi sınıfının bakış tarzını değiştirmek için zorunludur.

Sosyal Demokrasinin ve Stalinizmin yozlaşması

Son yirmi yıl, özellikle de son on yıl, tüm sosyalist ve komünist partilerin nihai yozlaşmasına damgasını basmıştır. Bu partiler, sosyalizmi ve devrimi savunuyormuş numaralarından vazgeçmişlerdir. Troçki’nin öngördüğü gibi, sendika liderleri burjuva devlete giderek daha fazla yamanmıştır. Şimdi bütün bu hayaller havada dağılmaktadır. Kapitalistler 1945’ten bu yana dünya çapındaki en derin krizle yüz yüzeler. İşin sırrı dünya ekonomisinde ve bizzat dünya ticaretinde yatmaktadır. Dünya ekonomisinin entegrasyonu (küreselleşme) üretici güçleri görülmemiş derece geliştirdi. Fakat, öngördüğümüz gibi, belli bir noktada bu gelişme kapitalizmin temel çelişkileriyle karşılaşmıştır. Küreselleşme kendini kapitalizmin küresel krizi olarak ifade etmektedir.

Dünya ölçekli bir ekonomik çöküş, kuşkusuz her şeyi altüst edecektir. Fakat Marksistler için, çöküş her derde deva bir ilaç değildir. Defalarca açıkladığımız gibi boom’un devam etmesi, olumsuz olmak bir yana, sanayi cephesinde militan bir patlamanın temelini döşer. Tüm durum, aşırı bir istikrarsızlıkla karakterize olmaktadır.

Özellikle bu dönemde, Sosyal Demokratların ve Stalinistlerin iliklerine kadar yozlaşmaları diyalektik bir çelişkidir. Boom devam ettiği sürece Blair gibi unsurlar, varlıklarını sürdürebilirlerdi. Fakat kriz koşullarında ne mal oldukları ortaya çıkacaktır. Reformizm ancak reformlar yaptığı sürece kitlelere çekici gelir. Fakat reformsuz ya da karşı-reformlar içeren bir reformizm, herkese saçma gelir.

Kapitalizm geçmişte yaptığı gibi geniş çaplı ödünler veremez artık. Burjuvazi, Sosyal Demokrat liderleri yaşam standartlarında ve kamu harcamalarında kesinti yapmaları konusunda sıkıştırmaktadır. Fakat işçi sınıfı daha fazla reform için bastıracaktır. Bu çelişki, krizin belli bir aşamasında kendisini ifade etmek ve kitle örgütlerini bölmek zorundadır. Kapitalizmin krizi bu yüzden reformizmin de krizidir.

Geçtiğimiz dönemde, ileri kapitalist ülkelerin işçi sınıfında belirli bir yumuşaklık söz konusuydu. Geçmişin derslerini unutmuşlardı. Fakat şimdi kapitalizm, en klasik modeline, açık sınıf baskısına geri dönüyor. Devletin küçültülmesi, özelleştirmeler ve kamu harcamalarına sürekli saldırılar bunun bir ifadesidir. Acı reçeteler sınıfların arasını açacaktır. İşçi sınıfının ruh hali sertleşecektir. Kitle örgütlerinde solun büyümesinin ve Marksizmin toparlanmasının nesnel temeli budur.

Sol Reformizm

İşçi sınıfı bütün bir dönem boyunca belirleyici bir tarzda harekete geçmemiştir. Asıl sorun budur. Bu, işçi hareketi önderliğindeki burjuva yanlısı unsurların ve sağ kanadın görünürdeki zaferini açıklamaktadır. Fakat bu açıklama tek başına yeterli değildir. Sol reformistler sağ kanat karşısında herhangi bir alternatif oluşturmaktan aciz olduklarını gösterdiler. Onlar tümüyle omurgasızdırlar. Bu, mutlak anlamda herhangi bir perspektiften yoksun oluşlarının bir yansımasıdır. İşçi sınıfı içinde hiçbir vizyonları ve gelecekleri yoktur, bu yüzden de sürekli sağ kanada teslim oluyorlar.

Geçmişte Stalinistlerin kuyruğundaydılar. Stalinizmin çöküşünden sonra denizde tek başlarına kaldılar. Çoğu politikayı bıraktı, kalanlar ise bir kariyer edinmek için sağa teslim oldular. Bu yüzden işçi sınıfının, işçi hareketi içinde referans alabileceği hiçbir nokta yoktur. Sağa karşı çok az ya da hiçbir muhalefetin olmayışının ve politikayı bırakmayanların sağa kayışlarının nedeni çok büyük oranda budur.

Fakat bu, sol reformizmin yok olduğu anlamına gelmez. Tersine, gelecek dönemde muhalefet yükseldikçe kaçınılmaz olarak eski gücüne kavuşacaktır. Gelecek dönemde, kitle örgütlerinde kitlesel sol reformist ya da hatta merkezci akımların ortaya çıkmasına tanık olacağız. Eğer sola doğru hareket eden işçileri ve gençliği kazanmak istiyorsak, bu olgu karşısında tutumumuz belirleyici bir önem taşıyacaktır. Bizler, solculara karşı hem dostça bir tutum takınmalı hem de onların politik ve örgütsel kusurlarını acımasızca eleştirmeliyiz.

Reformistler –hem sağ hem de özellikle sol reformistler– durumu kavrayamıyorlar. Geçmişte yaşıyorlar. Bu krizin İkinci Dünya Savaşından bu yana gördüğümüz göreli küçük krizlerden farklı olduğunu anlamıyorlar. Burjuvazi aynı anda savaş ve ekonomik çöküşle karşı karşıyadır. Hükümetler bütçelerini dengeleyebilmek için kamu harcamalarında büyük kesintiler yapmaya girişecekler. Buna rağmen, her türden reformistler, kapitalizm altında işçi sınıfının sorunlarını çözmenin mümkün olduğunu hayal ediyorlar. Fakat kapitalizmin krizi onların ayaklarını yerden kesiyor. Sınıf mücadelesinde bir patlamanın yaşanacağı koşullar hazırlanıyor.

Sol reformistler Marksistlerden korkarlar, çünkü fikirlerimizin onların görüşleri için ifade ettiği tehlikeyi çok iyi bilirler. Bizleri rakip olarak görürler; aslında öyleyiz. Son tahlilde, bize yakın olduklarından daha fazla sağ reformistlere yakındırlar. Ayrıca bir sersem net düşünceli insanlardan daima nefret eder. Sonuçta sorunları, Marksizm ve sol reformizm arasında işçi örgütlerinin kontrolü için verilecek mücadele çözecektir.

Gençlik içindeki mayalanma

Günümüzde taktiklerin önemi normal dönemlere kıyasla çok daha önemli hale gelmiştir. Doğası gereği taktikler esnek olmalıdır. Verili bir durumda eğilimin taktiksel yönelimi, genel görüşlerce değil somut koşullar ve olanaklarca belirlenebilir ancak. Üçüncü Dünyada koşullar çok sayıda genci doğrudan Marksizme kazanmak için olgunlaşmıştır. Pek çok ülkede devrimci ya da ön-devrimci bir mayalanma söz konusudur. Hiçbir yerde istikrar yoktur. Artık ileri kapitalist ülkelerdeki gençliğin durumu da değişmektedir. Temel istikrarsızlık, IMF ve diğer kuruluşların her toplantısına eşlik eden “anti-kapitalist” gösteri dalgasında yansımasını buluyor.

Son iki yılda, küreselleşme karşıtı gösterilere en az bir milyon insan katıldı. Bu bize, ekonomik çöküş öncesinde bile gençlik arasında bir mayalanmanın olduğunu gösteriyor. Bu aşamada, öncelikle küçük-burjuva gençlik etkindir. Fakat hareketin başlangıcında durum daima budur. Öğrenciler ve benzeri katmanlar, toplumda artan çelişkilerin hassas barometreleridir. Mevcut gösteriler fırtınayı haber veren şimşeklerdir. Hakim olan ruh hali son derece istikrarsızdır. Hatta resesyon başlamadan ve 11 Eylülden önce bile, sözde küreselleşme karşıtı hareket bunu açığa vuruyordu. Kafası karışık fikirlerine ve heterojen bileşimine rağmen bu hareket özünde anti-kapitalist bir hareketti.

Seattle, Nice, Cenova ve Brüksel’de önemli oranda sendikalı ve sendikasız işçi bulunmasına rağmen, katılanların çoğunun öğrenci olduğu gerçektir. Öğrencilerin ve aydınların, geçmişte Mandelciler benzeri küçük-burjuva sektlerin tasavvur ettiği gibi, sınıf mücadelesinde genelde bağımsız bir rol oynayamayacaklarını söylemeye gerek bile yoktur. Bu katmanlar toplumun ruh halinin son derece hassas barometreleridir ve toplumun derinlerinde oluşan katlanılmaz çelişkileri ve gerilimleri çok erkenden haber verebilir.

Günümüz üniversite öğrencileri, örneğin 1968’dekilere oranla toplumsal gerçeklikle daha yakın ilişki halindedirler. Bunun nedeni, kısmen, öğrencilerin büyük bir yüzdesinin işçi ailelerinden gelmeleridir, fakat bu orta sınıfların alt tabakalarının genel yoksulluğunu ve beyaz yakalı işçileri sanayi işçilerine yaklaştıran bir olgu olarak zihinsel işin proleterleştirilmesini de yansıtmaktadır. Örneğin Fransa’da 800 bin öğrenci, öğrenimlerini sürdürebilmek için, fast food, alışveriş ve çağrı merkezleri gibi en esnek ve en güvensiz sektörlerde çalışmak zorundadır.

Yüz yıl önce, Rus devrimini büyük öğrenci gösterileri (ki o zamanlar ezici bir çoğunluğu toplumun üst tabakalarından geliyordu) öncelemiş ve müjdelemişti. Ardından 1905 devriminde işçiler sahneyi doldurdular. 1930’da İspanyol öğrenciler benzer bir sürece girdiklerinde Troçki şu yorumda bulunmuştu: “İlk Rus devriminin [1905] gelişimi esnasında bu olguyu çok defa gözlemledik ve her zaman bu olgunun belirtisel öneminin fakındaydık. Bu türden devrimci ya da yarı-devrimci öğrenci hareketleri, burjuva toplumunun derin bir krize girmekte olduğu anlamına gelir. Kitleler arasında patlayıcı bir gücün geliştiğini hisseden küçük-burjuva gençlik, kendi tarzınca, çıkmazdan çıkış yolu bulmaya ve politik gelişmeleri ileri itmeye çabalar.”

Troçki, işçilerin öğrencileri desteklemeleri gerektiğini, fakat onların orta sınıf önyargılarıyla uzlaşmamalarının ve bağımsız bir sınıf tutumunu sürdürmelerinin zorunlu olduğunu, komünistlerin doğru bir politika için mücadele vermeleri gerektiğini vurgulamıştır: “İspanyol işçiler öğrenci hareketini destekleyerek tamamen doğru bir devrimci tutum sergilemişlerdir. Elbette işçiler kendi pankartlarının altında ve kendi proleter örgütlerinin önderliğinde hareket etmek zorundadırlar. İspanyol komünizmi bu süreci güvence altına almak zorundadır ve bunun için doğru bir politika zaruridir.”

Benzer şekilde, öğrenci gençliğin küreselleşme karşıtı protestolarda harekete geçmesi, toplumda gelişen krizin bir belirtisidir ve belli bir aşamada bu kendini işçi sınıfının kitlesel devrimci hareketi olarak ifade etmek zorundadır. Bu hareketin belirtisel önemini ve devrimci potansiyelini kabul etmek zorundayız. Bu hareketi desteklemeliyiz ve işçi hareketi ile birleştirmek için mücadele etmeliyiz. Fakat dostça bir yaklaşım sürdürürken, küçük-burjuva, reformist ve anarşist düşüncelere prim vermemeli ve en iyi unsurları kazanmak için devrimci Marksist alternatifi göstererek onları acımasızca eleştirmeliyiz.

Kitle gösterilerinden edinilen deneyim, burjuva devletin gerçek doğasına ilişkin Marksist bilgiden tümüyle yoksun olan pek çok genci eğitiyor. ABD’de ve önemli Avrupa ülkelerinde küreselleşme karşıtı harekete (2001 Temmuzunda Cenova) ve radikal işçi eylemlerine karşı baskıcı önlemleri güçlendirme çabaları (son günlerde uluslararası teröre karşı mücadele adı altında), burjuvazinin, her zamanki yöntemlerle kontrol edemeyeceği ya da içine sızamayacağı endişesini taşıdığı ciddi sınıf çatışmalarına hazırlandığının işaretidir. Bu yöntemler esas olarak, işçi ve gençlik hareketindeki ani bir yükselişten sistemi korumak için, sendika liderlerinin ve Sosyalist ve Komünist Partilerin tepesindekilerin yardımına başvurmaktan oluşmaktadır.

Küreselleşme karşıtı hareketteki kafa karıştırıcı fikirler, Stalinizmin suçlarının ürünü olarak Marksizmin manevi ve politik otoritesinin çökmesinin sonucudur. İşçi hareketindeki liderlerin oportünizminden tiksinen ve Marksist bir perspektif ve anlayıştan yoksun olan bir gençlik kesimi, miadını doldurmuş anarşizm düşüncelerine, hatta terörizme kaymaktadır. Elbette hareket henüz emekleme aşamasındadır. Fakat önemli olan onun başlamış olmasıdır. Marksistler, her nerede olursa olsun devrimci bir yola giren gençliğin bu katmanlarını arayıp bulmalı ve onları Marksist harekete kazanmalıdırlar. Bugün kitle örgütleri içindeki radikalleşme süreci yalnızca başlangıç aşamasındadır.

Sendikalar

Şu anda bizim için en önemli çalışma alanı gençliktir. Fakat sendikal çalışma da yakıcı bir önem taşımaktadır.

Her yerde işçi ve sendika liderleri aracılığıyla yönetmek zorunda oluşu, egemen sınıfın zayıflığını göstermektedir. İşçi liderlerinin desteği olmaksızın kapitalistlerin egemenliği bir gün dahi süremez. Fakat derin kriz koşulları altında burjuvazi sınıf barışı politikasını sürdüremeyecektir. Almanya’da eski sınıf işbirliği politikasının nasıl darmadağın olduğunu gördük. Patronlar her yerde saldırıya geçmek zorunda kalacaklar. Bu da sendika ve işçi hareketi için köklü sonuçlar doğuracaktır.

Troçki, Emperyalist Çöküş Çağında Sendikalar adlı makalesinde, sendika üst yöneticilerinin burjuva devletle kaynaşma gibi bir organik eğiliminin olduğunu açıklıyordu. Bu eğilim hâlâ mevcuttur, fakat artık bürokrasi için bu yolda devam etmek zor olacaktır.

Nesnel koşullar, patronların işçileri ödünlerle satın alabileceğini önvarsayan sınıf işbirliği için kesinlikle uygun değildir. Tersine kriz koşulları altında işverenler geçmişte verdikleri ödünleri de geri almaya başlayacaklardır.

Geçmişte greve çıkmak ve ödünler koparmak kolaydı. Artık bunlar oldukça zor şeylerdir. Grevler artan oranda zor, sancılı ve uzatmalı olacaktır. Sınıflar arasındaki ilişkiler de çok daha uzlaşmaz olacaktır, çelişkiler 1945 yılından bu yana yaşanan döneme kıyasla daha da keskinleşecektir. Bu da sendikalar içinde bir hoşnutsuzluğun ve muhalefetin mayalanmasına yol açacaktır; değişimin imkânsız gibi göründüğü en sağ ve bürokratikleşmiş sendikalarda bile bu yaşanacaktır.

Er ya da geç, süreç, işçi sınıfının kitlesel örgütlerinde yansımasını bulacaktır. Liderlik işçilerin giderek artan basıncıyla yüz yüze gelecektir. Ya bu basıncın etkisiyle harekete geçecekler ve önderliğe devam edecekler ya da bir kenara çekilip yerlerini daha kararlı, daha genç unsurlara bırakacaklar. Britanya’da sendika seçimlerinde yaşanan sola kayış, gelecek dönemde hareketin her düzeyinde yaşanacak bir sürecin erken belirtisidir.

İkinci Dünya Savaşını takip eden uzun süreli ekonomik yükseliş döneminde, bir grev tehdidi dahi ileri kapitalist ülkelerde çoğu zaman grevden kaçınmak için yeterli oluyordu. O zamanlar işyeri temsilcisi olmak çok kolaydı. Fakat şimdi her şey değişti. Bunun nesnel nedenleri vardır. Boom dönemlerinde kapitalistler üretimin hiçbir şekilde durmasını istemezler, bu yüzden grevden kaçınmak için artı-değerin bir kısmını feda ederek işçilere ödünler verebilirler. “Toplumsal ortaklığın” ve sınıf işbirliğinin ekonomik temeli budur. Fakat daha önce açıkladığımız gibi son boom, büyük ölçüde işçi sınıfının iliklerine kadar sömürülmesine dayandırılmıştır. Bunun sonuçları tamamen farklıdır. Hatta boom’un en tepesinde karşı-reformlar ve saldırılar yaşanmıştır. Yaklaşan çöküşte işler çok daha kötü gidecektir.

Gelecek dönemde işyeri temsilcisi olmak zorlaşacaktır. Yalnızca en militan ve cesur unsurlar seçimlerde aday olmayı göze alacaklardır. Grevler şiddetli geçecek ve ödünler elde etmek zorlaşacaktır. Bu değişen nesnel koşullarda, sendikaların dönüşümü için temel bulabiliriz. Olayların sıcağında, işçi örgütleri tepeden aşağıya dönüştürülecektir. Bu dönemde sendikalar gerçek Marksistler için hayati alanlardır.

Sendikalar yeni toplumun eski toplum içindeki embriyolarıdır. Lenin sendikaları “komünizm okulları” olarak tanımlamıştı. Buralar, yüz binlerce hatta milyonlarca proleterin, gelecekte toplumun yönetimini kendi ellerine almalarını mümkün kılacak eğitimi ve deneyimi edineceği okullardır.

Marksistlerin amacı yeni üyeler kazanmak, düşüncelerimizi yaymak, yayınlarımızı satmak ve etkimizi yayıp derinleştirmektir. Değişen koşullar altında, sendikalar çok verimli bir çalışma alanı olacaktır. Kriz ilk olarak kendini sendikalarda göstermiştir. Sendika liderleri tarafından sürdürülen sınıf işbirliği politikasının sınırları vardır. Bu aşamada, sendikal çalışma, çok emek isteyen ve sonuçları mütevazı olan zahmetli bir mücadeledir. Fakat gelecek için gerekli bir yatırım ve hazırlıktır.

Belli bir aşamada sendikalar rejime karşı yarı muhalif hatta resmen muhalif konuma gelecektir. Hiçbir şey ultra solcuların satıp durdukları “sendikalarda çalışmamalıyız” fikrinden daha tehlikeli değildir. Hatta bürokratik aygıt hareketi engelleyip gerici bir rol oynadığında ve işçiler gayri resmi eylemlere başvurduğunda dahi, dönecekleri yer daima sendikalardır. Geçici taban örgütlenmeleri bir rol oynayabilirler, fakat asla sendikaların sürekli örgütlenmelerinin yerine geçemezler.

Stalinistler her yerde çökmüş durumdadırlar ve geçmişteki hallerinin bir gölgesidirler. Marksizm-Leninizmin fikirleriyle hiçbir bağları kalmamıştır ve sıradan reformist politikacılar haline gelmişlerdir. Bu da onların örgütsel yeteneklerini etkilemektedir. Sendikalar üzerinde geçmişte olduğu gibi etkileri yoktur. Aynı zamanda sektlerin de gerçek sendikal çalışmanın nasıl yürütüleceğine dair hiçbir fikirleri yoktur. Bu yüzden, eğilimimizin sendikalarda ciddi temel oluşturmasının yolu açıktır, yeter ki çalışalım.

İleri işçiler ciddi açıklamalar ve analizler istiyorlar, sadece slogan ve ajitasyon değil. Kitaplarımız bu katman arasında hatırı sayılır bir başarı kazanmıştır, özellikle de Aklın İsyanı. Bu da göstermektedir ki, sadece gençler arasında değil aynı zamanda işçiler arasında da teoriye susamışlık artmaktadır. Bunu küçümsemek ya da yazılı yayınlarımızı en düşük ortak paydaya indirgemek ciddi bir hatadır. Amacımız, ileri işçilerden başlayarak işçilerin düzeyini yükseltmektir.

Büyüyen kriz her şeyi sarsmaktadır ve insanları olgular üzerinde daha derin düşünmeye sevk etmektedir. Var olan toplum düzenini sorgulamak ve mevcut dünya durumunun nedenlerini öğrenmek yönünde genel bir eğilim mevcuttur. Bu sorulara cevap verebilen eğilim, işçileri ve gençliği kazanacaktır. Burada bütün rakiplerimiz karşısında muazzam bir avantaja sahibiz!

İleri öncünün bir kesimi, sınıf mücadelesindeki uzun dönemli durgunluktan ve bu dönemdeki sendika liderliğinin görülmedik boyutlardaki yozlaşmışlığından etkilenmiş, bundan tümüyle yanlış sonuçlar çıkarmıştır. Onlar süreci diyalektik olarak değerlendirmemektedirler, bu yüzden de sınıfa güvenini yitiren sendika aktivitistleri katmanının yaygın kötümserliğini yansıtarak, kötümserleşmiştirler.

Bizler aktivistler arasındaki geçici ruh halini değil, kapitalizmin derin krizini –son elli yılın en derin krizi– esas almalıyız. Toplumdaki temel süreçleri görmeli ve sınıflar arasında bir karşı karşıya gelişin kaçınılmaz olduğunu anlamalıyız. Egemen sınıf her yerde derin kesintiler istemekte ve işçilerden “fedakârlık” beklemektedir. Bu sınıf mücadelesi için tüketilmiş bir reçetedir. Sendika liderleri bunu göremeyecek kadar kördür. Onlar geçmişte yaşıyorlar. Ödünler vererek patronlarla ve hükümetle eski sıcak ilişkileri geri döndürebileceklerini sanıyorlar. Zayıflığın saldırıya davet anlamına geldiğini anlamıyorlar. Her geri adımın ardından patronlar iki kat fazlasını isteyeceklerdir.

Bu sürecin bir sınırı vardır. Er ya da geç işçiler “Yeter!” diyecekler. İtalya, İspanya ve daha öncesinde Yunanistan’daki muhteşem genel grevler ve gösteriler bunu açıkça göstermiştir. Belli bir aşamada, Fransa’da 1968 Mayısında olduğu gibi, mücadeleyi yaygınlaştırma aracı olarak, eylem komiteleri sloganı uygun hale gelecektir. Bu slogan sektlerin düşündüğü gibi sınıfın kitle örgütlerinin karşısına koyulmamaktadır. Belli koşullar altında, 1926 Britanya genel grevinde olduğu gibi, bizzat sendikalar sovyet gibi hareket edebilirler. Almanya’da, belli bir aşamada, Troçki bütün iktidar işçi temsilcileri komitelerine sloganını ileri sürmüştü.

Faşizm ve Bonapartizm

Elbette hareket düz bir çizgide gelişmeyecektir. İnişler ve çıkışlar kaçınılmazdır. Fırtınalı ilerleme dönemlerini, yorgunluk, durgunluk, yenilgi ve hatta gericilik dönemleri takip edecektir. Sağa sola çılgınca yalpalamalar yaşanacaktır. Fakat gericiliğe doğru atılan her adım yalnızca daha büyük sola kayışları hazırlayacaktır. Günümüzde, gelişmiş kapitalist ülkelerde faşizm ve hatta Bonapartizm tehlikesi yoktur. Fakat önümüzdeki dönemde bu değişebilir.

Sağ kanat burjuva partilerin her birinde büyümeye başlayan Bonapartist eğilimler söz konusudur: Britanya’da Muhafazakârlar içinde, İtalya’da Forza içinde ve hatta ABD’de Cumhuriyetçiler içinde. Fakat şu anda bunlar ihmal edilecek kadar küçüktür. Avrupa’da burjuvazinin geçmişte faşizmden ağzı kötü bir şekilde yandı, bu yüzden iktidarı tekrar Hitler ve Mussolini gibi faşist çılgınlara vermemesi muhtemeldir. Üstelik sınıfsal güç dengesi Savaş öncesi durumla hiçbir şekilde karşılaştırılamaz, o dönemde İtalya ve Almanya’da çok büyük bir köylülük mevcuttu. Şimdi her yerde işçi sınıfı büyük bir çoğunluk oluşturmaktadır.

Irkçılığın yayılması, mevcut dönemde kapitalizmin hastalığının belirtilerinden biridir. Avrupa’da ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerde işsizliğin büyümesi, gerici sağ kanat demagogların üzerine oynayabilecekleri bir güvensizlik ve korku hali üretmektedir. Sosyal Demokrasinin reformist liderlerinin bu olguya hiçbir yanıtları yoktur. Aslında bundan kısmen onlar sorumludur. Kapitalizmi, pazarı, özelleştirmeyi vb. kabul eden “sosyalist” hükümetlerin izledikleri sağ politikalar, sadece kitleler içinde ümitsizlik ve hayal kırıklığı tohumları yaymaya yarar ve Fransa’da Le Pen’e desteğin artmasında gördüğümüz gibi, kaçınılmaz olarak gerici bir tepkiye yol açar.

Öznel faktörün yokluğunda, işçi sınıfının bazı geri kesimlerinin, gerici ruh hali ve eğilimlerden etkilenmesi kaçınılmazdır. Rusya’da devrim sırasında bile durum buydu. Bu durum kapitalizmin çelişkilerinin ve iş, ev, okul vb. eksikliğinin yarattığı genel güvensizlik ve korku halinin sonucudur.

Faşizme ve ırkçılığa karşı savaşmayı öğrenmek ne kadar gerekliyse, ölçü duygusunu korumak ve bunun nasıl yapılacağını anlamak da o kadar gereklidir. Sürekli faşizm tehlikesi çığırtkanlığı yapan sektlerin ve küçük-burjuva “solcular”ın histerik tepkisi, onlarla ilişkiye geçenlerin kafalarını karıştırmaya ve yanlış yönlendirmeye yarar sadece.

Fransa, Hollanda ve Danimarka’da son dönemdeki sağa kayışın suçunun kime ait olduğunu ortaya koymak ayrıca önemlidir; Sosyal Demokrasinin yanlış politikaları nedeniyle hareket bozguna uğradı. Kapitalizme tümüyle teslim olan bu liderler, şimdi “faşizm” hakkında gürültü koparanlara katılarak sorumluluklarının üstüne örtmeye çalışıyorlar. Aslında halkın bir kesimi içinde gerici ve ırkçı ruh halinin büyümesinin koşullarını yaratan bizzat kapitalist sistemdir; ve bu ancak gerçek bir sosyalist politikanın ve kapitalizme karşı var güçle savaşmanın benimsenmesiyle önlenebilir. Gerisi yalnızca kitlelerin gözünü boyamayı amaçlayan boş demagojidir.

Irkçılığın kökü, “kardeşçe sevgi”, ahlâk gibi dinsel ögelere başvurarak kurutulamaz. Irkçılıkla ancak sınıf temelinde ve herkese iş, konut, yeterli ücret ve iyi çalışma koşulları garanti edecek sosyalist politikalar için mücadele ederek savaşılabilir. Faşizmle ve ırkçılıkla savaşmanın gerekli olduğunu açıklayarak, işçilerin kitle örgütlerinde, özellikle de sendikalarda ajitasyon ve propaganda seferberliği yürütmek gerekir; fakat akılsız küçük-burjuva yöntemlerle değil işçi sınıfının yöntemleriyle.

Son dönemde Sosyal Demokrasi, 15 AB ülkesinin 11’inde hükümetteydi. Buna rağmen kitleler yaşam koşullarında hiçbir temel değişiklik görmediler. Mevcut tepkiyi üreten budur. Durum böyleyken, bunu toplumda genel bir “sağa dönüş”, daha da ötesi “faşizm” tehlikesi olarak sunmak tümüyle yanlıştır. Bir kere Le Pen İtalya’daki Fini’den daha faşist değildir. O azgın bir gerici, ırkçı bir demagog ve gericiliğin gelecekteki en uç biçiminin iyi bir örneğidir. Fakat seçimlerin ikinci ayağında Le Pen ciddi bir yenilgiye uğradı ve gerçek durum ortaya çıktı. Daha da önemlisi Sosyalist ve Komünist Parti de ağır bir yenilgi aldı ve iktidar sağcı burjuva koalisyona geçti. Bu da göstermektedir ki, Jospin ve ortaklarının ve de onların “Komünist” müttefiklerinin burjuva yanlısı politikaları güven oyu alamamıştır.

Fransız seçimleri, faşizm tehlikesini değil, Fransız toplumundaki sağ-sol kutuplaşmasını göstermiştir. Jospin hükümetinin düşüşü, Fransa’da sosyal ve politik istikrarsızlığın yaşanacağı yeni bir dönemi açmıştır. Bu dönem sağa ve sola sert dönüşlerle karakterize olacaktır. Parlamenter cephede engellenen Fransız işçiler, 1992-95’teki Juppe hükümeti döneminde yaptıkları gibi sokaklara döküleceklerdir.

Bu son derece istikrarsız ruh hali, şu anda yalnızca Fransa’da değil tüm Avrupa’da söz konusudur. İtalya ve İspanya’da sağcı hükümetlerin zaferi, sendika liderlerinin tabanın basıncıyla örgütledikleri kitlesel genel grevleri ve gösterileri engellemedi. Yakında Britanya, Almanya, Belçika, Hollanda ve Danimarka’da da benzer gelişmelere şahit olacağız. Sarkaç, işçi sınıfının kitle örgütlerinde bir mayalanma ve radikalleşme sürecinin yolunu hazırlayarak sola doğru salınacaktır. Bu yüzden görülen şey bir gericilik manzarası değil, birbiri ardına pek çok ülkede yaşanacak devrimci gelişmelerdir.

Sektler, küçük-burjuva solcular ve radikaller bütün bunlardan hiçbir şey anlamazlar. Onlar en ufak bir bahanede “faşizm” diye kıyameti koparırlar ve böylelikle büyük devrimci olduklarını düşünürler. Burjuvazinin ancak bütün diğer araçlar tüketildiğinde ve devrilmeyle yüz yüze geldiğinde diktatörlüğe başvuracağı temel gerçeğini kavrayamazlar. Avrupa’da şu an var olan sınıfsal güç dengesi dikkate alındığında bunun anlamı kesinlikle şudur: gericilik sorunu ortaya çıkmadan çok önce, işçi sınıfının iktidarı almak için pek çok fırsatı olacaktır.

Ancak proletarya bir dizi yenilgi yaşadıktan sonra, Fransa, İspanya, İtalya ve Britanya’da çeşitli türden Bonapartist diktatörlükler için uygun koşullar ortaya çıkardı. Fakat günümüzde bu söz konusu dahi olamaz. İşçi sınıfı örgütlerine dokunulmamıştır. İşçi sınıfının büyük yenilgiler yaşadığı bir dönemde de değiliz. Aksine Avrupalı işçiler, göreli bir “sınıfsal barışın” yaşandığı uzunca bir dönemin ardından henüz hareketlenmeye başlıyor. Öte yandan, Fransa, Hollanda ve Danimarka burjuvazisinin, parlamenter yönetimi ortadan kaldırmayı ve faşist maceracıların koruması altına girmeyi düşünecek kadar devrimden korktuğunu söylemek doğru mudur? Soruyu somut olarak koyduğumuzda, bunun ne kadar komik olduğu görülmektedir.

Fransa’nın egemen sınıfı Le Pen’in seçim başarısından hiç de hoşnut değildi. Günümüzde diğer Avrupa ülkelerinin kapitalist sınıflarına benzer şekilde, onlar da biçimsel burjuva demokrasisi rejiminden son derece memnundurlar; çünkü böylece, iktidarın gerçek dümeni kendi ellerinde kalırken, “kararları çoğunluğun verdiği” yanılsamasını yaratabilmektedirler. Kapitalist bakış açısıyla bakıldığında, bu tür bir rejim çok ekonomik, verimli ve güvenlidir. “İktidar” kendi doğrudan parlamenter temsilcileri (Chirac, Aznar …) ile özel mülkiyetin ve kurulu düzenin en saygın savunucuları olan sağ Sosyal Demokratlar (“Sol”) arasında her beş yılda bir el değiştirmektedir. O halde sorun ne?

Sorun, Le Pen gibilerin şu an olduğu gibi işçileri ve gençleri provoke ederek işleri karıştırmaları ve gereksiz problemlere yol açmalarıdır. Bütün bunlar, artık tüm Avrupa’yı etkileyen muazzam bir istikrarsızlığın yaşandığını gösteriyor. Güçlü bir devrimci partinin bulunmadığı durumda, bunun kendini çeşitli özgün biçimlerde –Fransa ve Hollanda’da olduğu gibi gericilik olgusu da dahil– ortaya koyması kaçınılmazdır. Fakat bunlar geçici ve kısa ömürlü olgulardır ve her şeyden çok daha fazla belirtisel önem taşımaktadırlar.

Bu yüzden, bu aşamada böyle gelişmelerin önemini abartmak tamamen yanlıştır. Bununla birlikte gelecekte durum tamamen farklı olacaktır. Eğer işçi sınıfı toplumun sosyalist dönüşümünü gerçekleştirmeyi başaramazsa, bir süre sonra gericilik için uygun koşullar gelişecektir. Hatta en gelişmiş ve “demokratik” ülkelerde dahi egemen sınıf, grev, gösteri ve oy hakkının gereksiz ve tehlikeli lüksler olduğuna hükmedecektir. Bu aşama geldiğinde (hâlâ bu aşamaya oldukça uzağız) egemen sınıf işçi sınıfının gözünü korkutmak için, insanları öldürmek ve katletmek için, faşist çeteleri kullanmakta bir an bile tereddüt etmeyecektir.

Fakat geçmişte Hitler ve Mussolini’den ağızları yandığından, Avrupa ülkelerinde burjuvazi büyük bir olasılıkla faşist çılgınlara iktidarı vermeyecektir. Akrabalık ve başka bağlarla bağlı oldukları ve üzerlerinde belli ölçüde kontrol kurmayı umabildikleri generallere başvurmaları daha muhtemeldir. Faşist çeteler rejimin asıl kuvveti olarak değil yardımcı kuvvetleri olarak kullanılacaktır. Bununla birlikte böyle bir rejim gaddar bir diktatörlük olurdu; Şili’deki Pinochet rejimi ve 1980 sonrası Türk generallerin canavarca diktatörlüğü gibi.

Son elli yıldır Avrupalı ve Amerikalı işçilere “demokrasinin” normal ve hatta kaçınılmaz bir var oluş hali olduğuna inanmaları öğretildi. Aslında bu, sınıf mücadelesini belli sınırlar içinde tutmak için işçi sınıfına belli ödünler verebilen zengin kapitalist ülkelerin benimsediği nispeten yeni bir icattır. Bu “sınıfsal barış” rejimi kırılmaya başladığı ölçüde, burjuvazi, trendeki bir adamın sigara içilmeyen vagondan sigara içilen vagona geçmesi kadar kolaylıkla demokrasiden diktatörlüğü geçecektir.

Bugün var olan demokratik hakları, işçi sınıfının kapitalistlere karşı nice kanlar dökerek kazandığı asla akıldan çıkarılmamalıdır. Demokrasinin kökleri çok yüzeydedir ve kolayca sökülebilir, yeter ki burjuvazi işçi sınıfının “normal” araçlarla kontrol edilmesinin olanaksız olduğuna karar versin. Her halükârda, demokrasi denen şey, aslında büyük firmaların diktatörlüğünü gizleyen incir yaprağından başka bir şey değildir. Gerekli olan şey büyük tekellerin ve bankaların diktatörlüğüne son vermek ve sosyalizme giden yolda ilk adım olarak işçi demokrasisi rejimini ve Sosyalist Birleşik Avrupa Devletlerini kurmaktır.

Nihayetinde bütün burjuva partilerde, açıkça Bonapartist partilerin oluşumuyla sonuçlanan bölünmeler olacak ve toplumda, 1970’lerdeki Gladyo benzeri her türden sağcı gizli oluşumun yolunu hazırlayan bir sağ-sol kutuplaşması yaşanacaktır. İşçi sınıfının ve örgütlerinin gücü dikkate alındığında, bu durum sınıf mücadelesinde bir patlamanın ve hatta açık bir iç savaşın yolunu döşeyebilir.

Fakat burjuvazi bütün diğer olanaklar tüketilinceye kadar açık gericiliğe başvurmayacaktır. Bu aşamaya ulaşmadan önce, işçilerin birbiri ardına birçok ülkede iktidarı almak için pek çok olanağı olacaktır. Ancak işçi sınıfının bir dizi ciddi yenilgisinin ardından, Bonapartist diktatörlük tehlikesi ortaya çıkacaktır.

Perspektifler

Mevcut durum, Birinci Dünya Savaşının patlak verişini önceleyen uzun süreli sınıfsal barışın sonundaki 1912-14 dönemine benzemektedir. Bu dönem, 1923’e kadar devam eden yeni bir savaşlar ve devrimler dönemini başlatmıştı. Ardından, 1920’lerin boom’u üzerinde temellenen göreli bir istikrar dönemi yaşandı; bu dönemi de geçtiğimiz on yıla benzetebiliriz. O ise, yeni bir istikrarsızlık, devrim ve karşı-devrim dönemini açan ve ancak İkinci Dünya Savaşının (1939-45) patlak vermesiyle biten 1929-33 çöküşüyle sona ermişti.

Daha önceki belgelerde açıkladığımız özgül nedenlerden dolayı, 1945 sonrası dönem, esasen dünya ticaretinin yayılmasına dayanan uzun dönemli bir kapitalist yükselişle karakterize oldu. Bu dönem, 1973-75’te, savaştan bu yana yaşanan ilk dünya resesyonuyla sona erdi. Bu da savaş sonrası ekonomik yükselişten farklı olan yeni bir dönemi araladı. Bu dönem de düşük büyüme hızı, yüksek işsizlik, devlet harcamalarında kesinti ve karşı-reformlarla karakterize oldu.

Son dönemdeki boom bizim tahminlerimizden uzun sürse de, savaş sonrası yükselişle hiçbir benzerliği yoktu. Aslında bu dönemin temel ekonomik göstergelerinin hiçbiri geçmiş dönemlerle benzerlik taşımamaktadır. Geçmişe baktığımızda, 1990’ların boom’u, düşüş döneminin yolunu döşeyen 1920’lerin çalkantılı boom’una daha çok benzemektedir. Elbette tarih tamamen aynı şekilde tekerrür etmez. Daima karşı-akıntılar ve farklılıklar mevcuttur. Devrimci süreç düz bir çizgi üzerinde ilerlemez. Yükseliş dönemlerini durgunluk dönemleri takip eder. Fakat her dönemde, örgütü inşa etmek ve güçlendirmek şarttır.

1945’in ardından yaşanan uzun dönemli kapitalist yükselişte, sınıflar arasındaki ve hatta devletler arasındaki ilişkilerde göreli bir istikrar vardı. Artık hepsi bitti. İstikrarın yerine evrensel bir istikrarsızlık hakimdir. Bu ABD’de bile görülebilir; aslında özellikle de ABD’de. 11 Eylül olaylarıyla birlikte, Amerikalıların zarar görmezlik efsanesi sonsuza dek tuzla buz edilmiştir. Amerika da dünyanın geri kalan kısmının içinde bulunduğu ve tamamen kapitalizmin hazırladığı mevcut kaos, patlama ve kargaşa ortamına dahil olmuştur.

Troçki Rus Devriminin Tarihi adlı eserinde, bir devrimin ilk göstergesinin kitlelerin politikaya katılması olduğunu açıklıyordu. Bu artık ABD’de ve bütün diğer ülkelerde yaşanmaktadır. Politikayla ilgilenmeyen insanlar aniden ilgilenir hale gelmişlerdir. Bugüne kadar spor sayfaları dışında gazete okumayan insanlar şimdi Afganistan’dan gelen son haberleri can kulağıyla dinliyorlar; dünya politikasının ve askeri işlerin karmaşıklığını anlamaya çalışıyorlar.

Tahmin ettiğimiz üzere 11 Eylül’ün ivedi etkisi gerici bir karaktere sahiptir. Yapılan anketlere göre Başkan Bush’a yüksek oranda bir destek var. Fakat bu son derece gelgeç bir ruh halidir ve çok kolayca tam tersine dönüşebilir. Şimdiki başkanın babasının Körfez Savaşı sırasında yüksek bir destek gördüğünü ve bunun ertesi yıl yapılan Başkanlık seçimlerinde onu yenilgiye uğramaktan kurtaramadığını unutmayalım. Amerika’daki ruh hali 10 yıl öncesiyle kıyaslandığında daha istikrarsızdır. George W. Bush Amerika tarihinin en çok nefret edilen ve alay edilen politikacısı olarak görevini bitirecektir. Ve onun kader arkadaşı Tony Blair de Britanya’da aynı akıbetle yüzleşecektir.

Anlaşılması gereken temel şey dünya ölçeğinde kapitalizmin çıkmazda olduğudur. Çok patlamalı bir durumu hazırlayacak çelişkiler birbiri üzerine birikmektedir. Krizler belirdikçe kitlelerin ruh hali belli bir anda aniden sola kayarak hızla değişebilir. New York belediye başkanı 11 Eylül’ün ardından itfaiyecilere kendi yoldaşlarının cesetlerini aramayı durdurma emri verdiğinde, New Yorklu itfaiyecilerin davranışı, Amerikalı kitlelerin çelişkili ruh halini göstermekteydi. İtfaiyeciler Belediye Sarayına yürüyüp polisle meydan savaşı yürüttüler. Ve bütün bunları yaparken Amerikan bayrağı taşıyorlardı. Bu bir diyalektik çelişkidir. Amerikalı işçilerin eylemi onların bilinçlerinden daha ileri durumdadır. Büyük bir olasılıkla, nihai iktidar hücumunu yaparlarken de hâlâ ellerinde bayrak olacaktır. Ama bu sonucu hiç de değiştirmeyecek!

Kısa vadede, savaşın etkisinin, sadece Amerika’da değil pek çok ülkede sınıf mücadelesini felce uğratacağından ya da en azından erteleyeceğinden hiç şüphe yoktur. Fakat bu geçici bir dönemdir. Bütün çelişkiler yerinde durmaktadır ve yoğunlaşarak artmaktadır. Önderlik sel sularını engellemekle sadece onu daha da zaptedilmez hale getirecektir. Barajın patlamasıyla eninde sonunda yaşanacak olan budur.

Son on yıldaki boom sırasında bile devlet harcamalarında sürekli kesintiler yaşandı. Bu, bir çöküşte de, daha büyük sıkıntılara yol açarak devam edecektir. Üretim ve istihdamdaki düşüş, devlet gelirlerinde de benzer bir düşüş anlamına gelecek ve işçi sınıfına ve işsizlere ciddi reformlar ve ödünleri imkânsız kılacaktır. Bizler sendika liderlerinin öne sürdüğü eğitim ve sağlık alanlarında kamu harcamalarının artırılması talebini destekleyeceğiz; fakat bunun kapitalizm temelinde imkânsız olduğuna da dikkat çekeceğiz. İhtiyaç duyulan şey, krizden çıkışın tek yolu olarak, demokratik işçi denetimi ve yönetimi altında ekonomi yönetiminin devletleştirilmesi ve sosyalist bir üretim planıdır.

Cenova’daki Uluslararası İşçi Bürosunun son dönemlerde yaptığı bir çalışma, çalışanlar üzerindeki baskıların boom sırasında ne kadar arttığını ortaya koymaktadır. Bu çalışma göstermektedir ki, Britanya, ABD, Finlandiya, Almanya ve Polonya gibi ülkelerde, her on işçiden birinin çoğu durumda işsiz kalmasına ve hastaneye düşmesine yol açan depresyon, huzursuzluk, tükenmişlik ve stres gibi zihinsel sağlık sorunlarında artış görülmektedir. Raporda tahmin edilen şudur; ABD’de depresyon tedavisine harcanan para 30-44 milyar dolar arasındayken, Avrupa Birliği’nde zihinsel sağlık sorunlarına yapılan harcama GSMH’nin yüzde 3-4’ü civarındadır. ABD’de yılda yaklaşık 200 milyon çalışma günü kaybına neden olan klinik depresyon, her yıl on çalışan yetişkinden birini etkileyerek, en yaygın hastalıklardan biri haline gelmiştir.

Muhtemelen durumun önemini küçülten bu rakamlar, kapitalizmin ileri ülkelerde bile kitleler için nasıl katlanılmaz bir sistem haline geldiğini gösteriyor. İşten alınan tüm zevki ortadan kaldıran insanlık dışı baskılar, işyerindeki otoriter yönetim, uzun ve sıkıcı iş saatleri, milyonlar için bir kâbus durumu yaratmıştır. Bu da kendini, ailenin yıkılışı, çocuk ve kadın suiistimali, anlamsız şiddet ve suç, uyuşturucu ve alkolizm olarak ortaya koymaktadır. Eğer bu durum boom döneminde yaşanıyorsa, varın siz düşünün çöküş döneminde yaşanacakları?

Daha şimdiden, pazar ekonomisi giderek artan bir şekilde sorgulanıyor, hatta orta sınıflar arasında bile. Aşırı çalışma yükü, performans hedefleri, zamanında üretim, baskı, huzursuzluk, güvensizlik, eşitsizlik; bütün bunlar giderek artan bir eleştirel ruh hali yaratıyor, özellikle gençlik arasında, fakat sadece onunla sınırlı değil.

11 Eylül’ün ardından gelen olaylar, bu konuda temel bir durum değişikliğine yol açmadı. ABD’de bayrak taşıma ve yurtseverlik ruh hali geçiciydi ve kriz büyür büyümez bütün bunlar kaybolacaktır. ABD’de dahi gerçek bir savaş coşkusu duyulmamaktadır; çoğunluğun ruh hali gönülsüz boyun eğme olarak açıklanabilir. Bush ve sağın, kendilerini bu ruh haline dayandırabilecekleri fikri ciddi bir hataydı, Irak’ta bir maceraya kalkıştıklarında çok geçmeden görülecektir bu.

Toplumdaki sağ-sol kutuplaşması, belli bir noktada işçi ve sendika örgütlerinin içinde de tekrarlanacaktır. Bunun kanıtlarını ufak da olsa şu anda dahi görmekteyiz. İşçi örgütleri büyük oranda boşalmıştır ve liderlik oldukça sağa kaymıştır; bu yüzden bazıları bu örgütleri toptan defterden silmiştir. Bu aptallığın daniskasıdır. Liderliğin bu kadar sağa kaymasının nedeni, sınıfın henüz belirleyici bir yola girmeye başlamamış olmasıdır.

Liderler işçi sınıfının doğrudan baskısı altında olmadığı ölçüde, egemen sınıfın baskısı ikiye katlanmaktadır. Fakat sınıf hareketlenir hareketlenmez işçiler kaçınılmaz olarak kitle örgütlerinin yolunu tutacaklardır, ÇÜNKÜ BAŞKA BİR ALTERNATİF YOKTUR. Bu gerçeği asla gözden kaçırmamalıyız.

Günümüzde kapitalizmin işçi örgütleri üzerindeki baskıları savaş nedeniyle özellikle artmıştır. Hizaya çekmek, savaş sorununda “ulusal birliği” sağlamak, “bölücü konuları” bir kenara bırakmak vs. için yoğun baskılar uygulanmaktadır. Fakat zaman ilerledikçe kitlelerin can alıcı sorunlarına seslenme doğrultusunda aşağıdan büyük bir basınç gelecektir. Kitlelerin ruh hali, işçi ve sendika aygıtlarının ölü ağırlığını bir süreliğine kaldırabilir. Fakat bunun bir sınırı vardır. Süreç ne kadar uzatılırsa, geldiğinde patlama o kadar şiddetli olacaktır. Egemen sınıfı, reformistleri ve sendika liderlerini büyük sürprizler beklemektedir.

Gelişmiş ülkelerde Marksizmin etkisi henüz yavaş ilerlemektedir. Bu bir diyalektik çelişkidir. Nesnel durum çelişkilidir. Bütün bir tarihsel süreç boyunca gerçek Marksizm güçleri gelişmiş ülkelerde kitlelerden yalıtılmış durumdaydı. Bizler akıntıya karşı mücadele ettik. Fikirlerimiz işçilerin deneyimlerine tekabül etmedi. Fakat artık durum değişmeye başlıyor. İşçi sınıfı genelde kitaplardan değil kendi deneyimlerinden öğrenir.

İnişleriyle çıkışlarıyla, gelecek on yıla ve belki daha da uzun bir döneme yayılacak olan dünya kapitalizminin büyüyen krizi, kitleleri ataletlerinden ve duyarsızlıklarından kurtaracak ve mücadele yoluna itecek bir dizi şiddetli sarsıntıyı hazırlıyor. Bu koşullar altında, küçük çevrelerde yankısı olan fikirler, binlerce ve on binlerce dinleyiciyi kazanacaktır. Artık akıntıya karşı mücadele etmemiz gerekmeyecek, aksine tarihin akışıyla birlikte hareket edeceğiz. Devrimci Marksizm, toplumu sosyalist yeniden yapılandırma mücadelesinde işçi sınıfının başında, hak ettiği yeri alacaktır.